Gazeteci Fatih Altaylı, 20 Haziran 2025’te YouTube kanalında söylediği “Bu millet padişahını boğmuş bir millettir.” sözleri gündem oldu. Bu cümle, Osmanlı tarihine gönderme yapıyor; özellikle yeniçeriler tahttan indirilen padişahların akıbetine. Ancak İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı bu ifadeyi “Cumhurbaşkanına tehdit” olarak değerlendirdi ve re’sen soruşturma başlattı. Altaylı, bir gün sonra sabaha karşı evinden gözaltına alındı. Aynı gün içinde sevk edildiği mahkeme, “kaçma şüphesi” ve “kuvvetli suç şüphesi” gerekçesiyle tutuklanmasına karar verdi. Bu karar, aynı zamanda ifade özgürlüğünün Türkiye’deki sınırlarını da yeniden gündeme taşıdı.
Fatih Altaylı, yıllardır ekranlarda kamuoyunun tanıdığı bir gazeteci. Sadece hükümete değil, yer yer muhalefete de mesafe koymuş bir isim olması yönüyle, onu yalnızca “muhalif bir gazeteci” etiketiyle anlatamayız. Altaylı'nın sözleri, bağlamından koparıldı ve içeriği değerlendirilmeksizin “tehdit” kapsamına alındı. Oysa bu cümle, bir çağrı veya tehdit değil, tarihsel bir veriydi.
Tarihi konuşmak bir suç haline geldiyse, tarih kitapları da ileride delil dosyası sayılabilir mi? Son 20 yılın Türkiye’sine baktığımızda, gazetecilerin giderek daralan bir çember içinde çalıştığına tanıklık ediyoruz. 2000’lerin başında "ileri demokrasi" söylemleriyle başlayan süreç, özellikle 2013 sonrası ciddi bir kırılma yaşadı. Gezi Parkı süreci, çözüm sürecinin sona ermesi, 2016 darbe girişimi ve OHAL dönemi; medyayı baskılayan yeni normların yerleşmesini hızlandırdı. Bu yıllar içinde yüzlerce gazeteci gözaltına alındı, onlarcası tutuklandı. Basın kuruluşlarının mülkiyet yapısı değişti. Eleştirel seslerin yerini tektip yorumlar aldı. Altaylı’nın tutuklanması, bu zincirin bir başka bir halkası olarak okunabilir ve ne yazık ki, toplumun geniş kesimlerinde bu duruma dair ciddi bir eleştiri ve karşı çıkış göremiyoruz. Buradan anlıyoruz ki bir gazetecinin tutuklanması artık büyük bir toplumsal infial yaratmıyor. Çünkü bu durum da artık “normal” kabul ediliyor.
İşte asıl sorun da burada başlıyor. Bir gazetecinin gözaltına alınması olağan karşılanıyorsa, yargının bir cümle üzerinden en ağır kararı vermesi “sıradan” bulunuyorsa, insanlar yazmadan önce değil, düşünmeden önce korkmaya başlıyorsa; orada hukuk değil, tereddüt hüküm sürüyordur. Bu ülkede “konuşmak” her zaman zordu. Ama hiçbir zaman bu kadar tedirgin edici değildi.
Bugün Altaylı; yarın başka biri. Ve hep aynı mekanizma işliyor: bir söz, bir dava, bir gözaltı ve bir unutulmuşluk. İfade özgürlüğü, sadece yazı yazmakla, konuşmakla ilgili değildir. Toplumun hafızasını diri tutan, geçmişle yüzleşmesini sağlayan ve geleceğini şekillendiren şeyler bütünüdür. O yüzden mesele sadece Altaylı değildir. Mesele, aynı zamanda Türkiye'de hukukun, siyasetin, medyanın ve toplumun nasıl bir yörüngeye oturduğunun göstergesidir.
Bugün, o meşhur soruyu sorma zamanıdır: “Sıra sana gelmeden önce ne yaptın?” Yaşanan bu olay, bir uyarı değil; bir alarmdır. Ve hala duyan varsa, bir şeyler yapılabilir/yapılmalıdır!