Yaşam akışımız içinde belki zaman zaman kendimize sorduğumuz veya sormaya cesaret edemediğimiz bir soru var: Şu anda yaşadığım hayatı gerçekten ben mi seçtim? Yoksa yıllar önce, henüz yeterli düşünsel derinliğe ulaşmamışken bana sunulan bir senaryoyu mu oynuyorum?
Bu soruyu kerteriz alarak biraz düşünelim istiyorum.
Düzenli ve yüksek gelirli bir işiniz olduğunu varsayalım. Birikiminiz gelecek yıllarınızı garantiye alacak kadar sağlam olsun. Belki şehrin en güzel semtinde bir eviniz, haftalık pilates dersleriniz, yıl sonu hedeflerine ulaşan performans grafikleriniz var.
Ama tüm bunların ortasında içinizde sizi baştaki soruyu sormaya iten bir boşluk, bir sıkışma duyumsuyorsunuz. Bu duygu derinliği, göğüs kafesinize sığmayan bir sancı gibi gelebilir. Yaşadığınız duruma hangi ismi vermeyi uygun gördüğümü tahmin etmişsinizdir: Herkesleşmenin dayanılmaz sancısı…
Evet, başkalarının hayatını yaşarken kendinden uzak düşmenin, popüler olanı içselleştirmeden kabul etmenin, “doğru olan”a göre hareket etmenin içten içe uyandırdığı varoluşsal bir fısıltı bahsettiğim. Bu fısıltıyı bazen bir kitapta, bazen en yakınınızla konuşurken, bazen de gece uykunuzdan uyandığınızda duyabilirsiniz.
Ya da bir tablodaki palyaço size fısıldar: gerçeği / kim olduğunuzu.
Palyaçonun Aynasından Kendine Bakmak
Edward Hopper’ın Soir Bleu adlı tablosu, bu duygunun görsel bir manifestosudur. Resimde bir açık hava kafesinde oturan birkaç insan figürü görürüz. Hepsi sıradan, tipik şehir insanlarıdır. Diğer renklerin arasında açıkça ayırt edilen ve sahneye aitmiş gibi duran bembeyaz yüzlü bir palyaçoyu görürüz. Kalabalığın ortasında oturan ama kimseye benzemeyen o sessiz palyaço, renkli kostümüyle dikkat çekse de yüzünde donuk bir ifade görürsünüz. Yüzündeki ifadede neşeden hiçbir iz yoktur. Aslında oradadır ama görünmüyordur. Renklidir ama solgundur. Tam anlamıyla, varlığının içinde silinmiş gibidir. Palyaçonun oraya ait olmadığını bir bakışta anlarsınız. Tam da herkesleşmenin dışında kalmış ama o dünyanın içinde olmak zorunda kalan bir “benlik” gibi…
Bu yalnızlık, sadece Hopper ’ın fırçasında değil, bizim gündelik hayatımızda da yankılanır. Palyaçoda modern insanın filtresiz halini görürüz. Bir palyaço gibi renkli görünen ama içeride kaybolmuş figürlerin sayısı da oldukça fazladır.
Modern hayat, bizi yalnızca görünür olmaya çağırır. Fakat “Gerçekten ne istiyorsun?” sorusu değil, “Hangi hedefe ulaşacaksın?” sorusu yankılanır kulaklarımızda. Çoğu zaman popüler olan, beğenilen, onaylanmış olduğuna emin olduğumuz her şey iyidir. Herkesleşmek, popüler olanı sorgulamadan benimsemek, toplumun çizdiği güvenli kalıpların dışına çıkmaktan korkmak anlamına gelir. Genel geçer “doğru” kabul edilenleri uygulamak işimize gelir. Bunu günlük hayattan birçok basit örnekle anlatabiliriz. Giydiğiniz bir kıyafet, seyrettiğiniz dizi, tatile gittiğiniz yer ve hatta duygularınızı ifade etme biçiminiz bile bir onay kültürünün uzantısı olabilir.
Bir kitapçıya girdiğinizde ilk adımınız nereye gider? Çok satanlar rafına mı? Peki ya hayat?
Birçok insan, hayatını çok satan kitaplar gibi seçer. İçeriğini bilmeden, kapağına ve başkalarının yorumlarına bakarak. Ama belki de asıl aradığınız hikâye o arka raflardadır; kapağı gösterişsiz duran ama içeriği hakiki satırlarla dolu bir kitapta. Tıpkı palyaçonun sessiz ama çarpıcı varlığı gibi…
Taksitleri bitince huzur getireceğine inandığımız arabalar, terfi gelince özgür hissettireceğini sandığımız pozisyonlar, herkes izlediği için izlenen diziler, herkes beğendiği için paylaşılan içerikleri düşünün. Yogayı bile gösteriş için yapılan bir eylem olarak görebiliyoruz. Oysa ki yoga, içsel huzura ulaşmanın, nefesi fark etmenin, zihni dinginleştirmenin bir yoluydu. Ama günümüzde, yoga stüdyolarında ya da sosyal medyada estetik bir performansa dönüşen ve başkalaşan bir şey görüyoruz. İnsanlar içsel huzur ararken, fark etmeden ya da bilinçli olarak dışsal beğeni peşinde koşabiliyor. Az düşünen, çok tüketen, fazla sorgulamayan, kısacası herkesleşen insanlar yaratan bir sistemin içindeyiz.
Sistemin koyduğu sınırlar içinde sürü zihniyetine uymadan direnebilmek ve diğerlerinden farklı biçimde düşünmeye ve inanmaya karşı duyduğumuz korkuyu yenebilmek size imkansız görünebilir. Şimdi baştaki sorumuzu tekrarlama vakti:
Şu anda yaşadığınız hayatı, gerçekten siz mi seçtiniz? Ya da soruyu biraz genişletelim: Senaryoyu yakıp kendi hikâyenizi yazmaya cesaretiniz var mı?
Gösteri Çağında Kendini Bilme Cesareti
Kendini bilme yolculuğu, kalabalığın içinde neden bu kadar yabancı hissettiğini fark ettiğinde ve onu çıkaracak cesareti bulduğunuzda başlar. Başka bir deyişle, insan, herkesleşmenin konforundan çıkıp sorgulamaya başladığında sancı artar ama bu sancı, gerçek bir birey olmanın doğum sancısıdır.
Bu yüzden kendini bilme cesareti herkesleşme sancısının panzehiridir diyebiliriz. Ama bu ulaşılması kolay bir panzehir değildir. Çünkü kendini bilmek, dış seslerin sustuğu, iç sesin yankılandığı bir yoldur. Moda olanı değil, gerçek olanı aramaktır. “Soir Bleu”daki palyaçoyu hatırlayalım. Palyaçonun en sessiz hali bile belki bize bir çağrıdır. Yalnızca dışarıya değil, içeriye de baktıran bir çağrı.
“Ben kimim?”
Eğer bu çağın insanı olarak palyaçonun yalnızlığına yabancı değilseniz, maskenizi çıkarma zamanınız gelmiş olabilir. Sorgulamak, hatırlamak ve gerçekten var olmak için yapmalısınız bunu. Şunu unutmayın ki sıra dışıdan korkarken sıradanlığa sığınmak bir yaşam biçiminden çok bir uyum çabasıdır. Bu çabanın içimizdeki yankısı ise bastırdığımız en derin sancıya dönüşür.
Mutluluğu daima bir sonraki adımın arkasına saklayan modern sistem size vaat ettiği mutluluğu asla “şu anda” vermez. Mutluluk hep oradadır. Ama yeni hedefler, yeni görevler, yeni listeler bizi mutluluktan uzaklaştırmak için iş birliği içindedir.
Statü, başarı, "kendini gerçekleştirme" adı altında sunulan sahte özgürlükler; bizi kendi benliğimizden uzaklaştırır. Oysa “Kendini bil” çağrısı, zamanlar üstü bir hakikati fısıldar: Hayatın sayfalarını atlamadan; ağır ağır, kimi zaman anlayarak, kimi zaman sorgulayarak okuyabilir ve kendi yolunuzu çizebilirsiniz. Belki alkışlanmazsınız, ama nihayetinde sahne sizin olur. Sahnede hatalar veya birtakım yanlışlar yapsanız dahi bu sizin öğrenme sürecinizin bir parçası olacaktır. Bu yüzden düşünmekten, okumaktan ve bildiğinizi etrafınıza aktarmaktan asla vazgeçmemelisiniz.
Bu noktada Voltaire ’den hatırlatma yapmak faydalı olacaktır. Çünkü Voltaire’in Candide romanı insanın yaşamla yüzleşme biçimine dair derin bir sorgulamadır. Roman boyunca türlü felaketlerle karşılaşan Candide ’in sonunda vardığı sade ama çarpıcı sonuç, “Kendi bahçemizi sulamalıyız.” sözünde özetlenir. Söz konusu ifade yalnızca çalışmanın değil, bireyin kendi dünyasına dönerek anlam arayışını içselleştirmesinin de bir simgesidir.
Özetle söylememiz gerekirse; gerçek mutluluk, bir ulaşım noktası değil, bir farkındalık halidir. İşe önce kendi bahçenizi sulayarak başlamalısınız. Kuru yapraklarınızı fark etmeli, hangi köklerinizin toprağa sıkıca tutunduğunu bilmeli, gölge verdiğiniz yeri tanımalı ve en çok da kendinize yeşermek için bir alan açmalısınız.
İçinde yaşadığımız çağ, herkesleşmenin sancısıyla kavruluyor. Sanatçı, oyuncu veya izleyici algoritmaların belirlediği biçimlerde düşünmeye zorlanıyor. Her birimiz başkasının bahçesine bakıp kendi toprağımızı kurutuyoruz. Beğenilme, takdir edilme arzusu, alkışa susamışlık, görünür olma telaşı ve fazlası… Bütün bunlar iç bahçemizi ihmal ettiğimizin işaretleri diyebiliriz.
Oysa ki değişim, büyük sözlerle değil; küçük ve tutarlı adımlarla başlar. Herkesleşmenin sancısından çıkış yolu; farklı görünmek değil, kendiniz olmayı sürdürmekte saklıdır. Belki sade ama kararlı bir varoluş biçimi, bu çağın en büyük başkaldırısıdır. Ve o başkaldırıyı kendi sessiz bahçenizde başlatabilirsiniz. Emine Şenol