Sevgili Dostum Mehmet Uhri, edebiyat ya da sinema üzerine yapılan toplantılarda bir araçsallaştırma tutturup gidiyordu. Akıl öyle bir şeydir ki her şeyi araçsallaştırır diyordu.

Benim aklım ise bu araçsallaştırma işine bir türlü ermiyordu.

Oliver Burkeman’ın ‘Dört Bin Hafta’ kitabını okuyunca Mehmet Uhri’yi biraz anlar gibi oldum.

Dün de Gazete Duvar’da Yenal Bilgici’nin ‘Bay Hirayama’nın Mükemmel Hayatı’ yazısını okuyunca daha da aydınlandım.

“Geçen hafta açıklanan Oscar ödülleri adayları arasında Alman yönetmen Wim Wenders’in “Perfect Days”[Mükemmel Günler] isimli filmi de var. “En İyi Uluslararası Film” kategorisinde yarışacak eser, bugünlerde ıskalanan ne varsa, şairane biçimde anlatıyor. Zerafet, tatmin, tamlık… Sadeliğin ve rutinin gücü. Tokyo’dan dünyaya sıkı bir nakliyat.”

Yazı bu paragrafla başlıyor ve filmi, filmden ne anladığını ifade eden cümlelerle devam ediyor:

“..Filmde anlatılan dünya, olası dünyalardan biri. Dünyalar içinde bir dünya. Hirayama’nın yeğenine anlattığı üzere, herkesin dünyası farklı. Onunkisi böyle bir dünya: Yavaş, sabırlı, tam, yeterli.

 Bu az şey mi? Hep söylüyoruz ya, bu küçük bir şey mi? Küçük bir mutluluk mu? Küçük şeyleri takdir etmenin mutluluğu mu?

Hayır, küçük şeylerle mutlu olmak üzerine bir film değil Mükemmel Günler. “Küçük şeyler bunlar” dediklerimizin esasında hayatın kendisi olması üzerine. Bay Hirayama her gün, hiç bıkmadan aynı şeyleri yapıyor. Ama onun iki günü asla birbirinin aynı değil. Bir kar kristali gibi birbirinden farklılar. Bir kar kristali gibi mükemmeller…”

Başarı odaklı yetiştirildiğimin farkına varalı çok olmadı. Bir şeyi başardıktan sonra, gözüm sırada ne vara takılır nefes nefese onun peşinden koşardım. Oraya ulaşınca da nefeslenmeye bile fırsat bulmadan başka bir şeyin peşine…

Zaman zaman kendime ve çevreme mızmızlanırdım, ya da öyle olduğunu düşünürdüm. ‘Şu başardığının tadını çıkaracak kadar biraz dursana’ derdim, ama derdimi en başta kendime anlatamazdım.

Hep bir amaç olmalı, insanın hedefi olmalı o zaman enerjisini, becerisini verimli kullanabilir söylemlerini verili kabul ederdim. Gerçek payı olsa da söylenenlerin, bir yerlerde bir şeylerin eksik olduğu hissi bir türlü yakamı bırakmazdı.

‘Hayatı ıskalamamak lazım’ cümlesini anlardım da yanlış anlardım. Ne kadar çok koşarsam bir şeylerin peşinden o kadar hayatı yakalayacağımı sanırdım.

İnsan son nefesine kadar öğrenme kapasitesine sahip bir varlık çok şükür.

Bölük pörçük anladıklarımı hayata dair, Mehmet Uhri’nin sihirli kelimesi ‘araçsallaştırma’ ile bütünleştirmeye başladım.

Oğlum Ulaş’ın önerdiği ‘Dört Bin Hafta’ kitabı ve dün okuduğum ‘Bay Hirayama’nın Mükemmel Hayatı’ makalesiyle birleşen ‘araçsallaştırma’ kelimesi bütünleştirme çabama destek oldu.

Hayatı olduğu gibi yaşamanın, hayatın yaşayacağım şeyler değil de yaşadığım şey olduğunu anlamamın üzerinden çok zaman geçmedi.

Hayatı anlamlandırma çabamın neden beni hiçbir zaman yeterince tatmin etmediğinin farkına, hayatın anlamının, hayatın kendisi olduğu, o anda yaşadıklarım olduğunu öğrenince, vardım.

Hayatı hayat için araçsallaştırmaktan vazgeçip, hayat olarak yaşamanın keyfini çıkarma çabamın bile ne kadar tatmin duygusu yaşattığını hissetmeye başladım.

Derseniz ki bunlar yaşlanmadan…

Haklısınız derim.

Mehmet Uhri derse ki sen beni anladın ama yanlış anladın…

Haklısın derim.

Yine de bir ucundan yakaladığım bu şeyin tadını çıkarma gayretine devam ederim.