EDİNBRUGH VE GLASGOW

Biten gezinin bitmeyen yazılarının sondan ikincisine geldik. Liverpool’dan çıktıktan bir süre sonra ‘İskoçya’ya Hoş Geldiniz’ tabelasıyla karşılaştık ve İskoçya’ya girmek üzere olduğumuzu anladık. Birleşik Krallık üye ülkeleri ve İrlanda arasında sınır kapısı ve pasaport kontrolü mevcut değil. Bir ülkeden başka bir ülkeye geçtiğimizi bu ‘Hoş Geldiniz’ tabelalarıyla öğreniyoruz. Rehberimiz ve tur liderlerimiz otobüsü durdurup bolca fotoğraf çektirmemize fırsat tanıdılar.

İskoçların kökeni adanın kadim halklarından olan Keltler. Başlangıçta adanın her tarafında yaşarken Anglosaksonların adaya gelmesiyle kuzeye İskoçya’ya bir kısmı da İrlanda adasına çekilmiş. Tarihleri boyunca İngilizlerle savaşmışlar ve yakın sayılacak bir tarihte Birleşik Krallığın bir üyesi olmayı kabul etmişler.

En önemli kahramanlarından biri Cesur Yürek filmiyle haberdar olduğumuz, İngilizlere başkaldırıp onlara birkaç kez yenmiş olmasına rağmen 1305 yılından yakalanmış, İngiliz egemenliğini tanıması karşısında bağışlanacağı söylenmesine rağmen bunu teklifi kabul etmeyip ölmeyi seçmiş İskoç kahramanı William Wallace. Diğer tarihi kahramanı ise Robert Bruce’dür. William Wallace’den sonra isyanı sürdürmüş. Birkaç kez yenilmesine rağmen yılmamış. Sonrasında kazandığı zaferlerle fiili olarak İskoçya’nın bağımsızlığını sağlamış. 1327 yılında ise İskoçya ve İngiltere arasında imzalanan Edinburgh-Northampton Antlaşması ile İskoçya’nın bağımsızlığı resmileşmiş. Robert Bruce, I. Robert adıyla bağımsız İskoçya’nın ilk resmi kralı olmuş.

Ülkenin kuzeyden güneye üç ana bölgesi var: dağlık bir bölge olan Highlands, deniz seviyesine yakın olan Central Belt ve tepelik bir araziden oluşan Southern Uplands…

Altı milyon olan nüfusunun çoğunluğu Central Belt adı verilen bölgede yaşar ki Edinburgh ve Glasgow da bu bölgededir.

Kuzey Denizi manzaralı sahil yolundan devam eden yolculuğumuzun ilk durağı Edinburgh’a öğle üzeri vardık. Rehberimiz şimdiye kadar olduğu gibi yol boyunca önemli gördüğü yerler hakkında bilgilendirme yaptı, örneğin bir nükleer santralin yanından geçerken hakkında bilgi verdi. Edinburgh’a yaklaştığımızda kenti tanıttı, nereleri gezeceğimizi söyledi. Otobüsten indikten sonra ilk hedefimiz Carlton Tepesi oldu. Sıkı bir yürüyüşten sonra kente hakim tepeye vardık. Kuşbakışı seyrettiğimiz Edinburgh’un önemli yapıları hakkında bilgi aldık. Ardından otobüsümüzle bir şehir turu yaptık ve sonra kent merkezinde otobüsten indik. Bu kez turumuz yaya devam etti. Royal Mile Caddesi, Edinburgh Kalesi, Princess Street, Üniversite binası, St. Giles Katedrali gezdiğimiz yerler oldu. Serbest zamanda viski tadım dükkanları, mağazalar, publar, buluşmaya yakın yerde olan kent müzesi uğradığımız diğer mekanlardı.

Efsanevi Greyfriars Bobby ve David Hume heykelleri uğrak yerlerimiz arasındaydı. David Hume İskoçya aydınlanmasının önemli bir filozofu, Greyfrias Bobby ise sahibine sadakatin efsanevi köpeğidir. 19. yy’in ortalarında Edinburgh’ta John Gary gece bekçiliği yapar. Uzun soğuk ve karanlık gecelerini ısıtan Skye Terrier cinsi Bobby adı verdiği köpeğidir. Birliktelikleri iki sene sürer ve John Gray tüberkülozdan ölür. Greyfrias Kilisesinin arkasındaki mezarlığa gömülür. Bobby ömrünün sonuna kadar, 14 sene, ne yapılırsa yapılsın mezarın başından ayrılmaz, bunun üzerine oraya bir kulübe yapılır ve orada beslenir. Öldükten sonra da, sahibinin sağlığında sık sık uğradıkları bir kahve dükkanın karşısına heykeli yapılır. Heykel, 1872 yılından bu yana George IV Köprüsü’nde, sahibiyle uğradığı ve daha sonra Greyfrias Bobby adı verilen kahve evinin önünde yer almakta ve burnuna dokunanlara şans getirmeyi sürdürmektedir.

Edinburgh’un çok iyi korunmuş kent yapısı, anıtsal binaları, sakin yaşamı, sıkıntısız trafik akışı, insanların sıcaklığı hayranlık uyandırdı hepimizde. Bu kent için özel olarak gelmeliyim diye düşünenlerimiz oldu aramızda.

Kent merkezinde yine kolay bulunur ve erişilir bir noktada buluşup otobüsümüze bindik. Kent ile ilgili izlenimlerimizi dinleyen rehberimiz Fatih Çopuroğlu, tur ekibiyle birlikte bize tur programında olmayan bir sürprizlerinin olduğunu söyledi.

Otoyoldan ayrıldıktan kısa bir süre sonra çelikten yapılmış iki devasa at başı heykeli karşıladı bizi ve sürpriz! Dediler. Kelpies adı verilen bu heykeller Falkirk ve Grangemouth kasabaları arasında bulunan, Helix Park’ta yer alıyor. Burası Carron Nehri ile buluşan Forth ve Clyde Kanalı'nın doğu girişinin bulunduğu yermiş. Heykeltıraş Andy Scott, sanayi devrimi sırasında su kanallarının her iki yanından mavnaları çeken atların anısına yapmış bu heykelleri. Önce üç metrelik maketlerini gerçekleştirmiş. Bunu ölçeklendirerek ardından 30 metrelik heykeller yapılmış. Gerçekten de hayranlık uyandırıcı sanat eserleri ve sanatın gücünü bir kez daha gösterdiler bize.

Tahmin ettiğiniz gibi turistler bu sanat eserlerine ilgisiz kalmamış. Her yıl milyonlarca turist bu parkı ve Kelpies heykellerini ziyaret edip fotoğraf çektiriyormuş; tıpkı bizim yaptığımız gibi.

Kelpie, İskoç mitolojisinde on at gücünde ve dayanıklılığında mitolojik varlıklara verilen isimmiş ve heykellerin de ismi buradan geliyormuş.

Glasgow’a hava kararmaya yakın vardık. Otobüs ile şehir turumuzda Glasgow Üniversitesi, Kelvin Nehri, Glasgow Katedrali, Merchant Meydanı gördüğümüz yerlerdi.

Hemen her yerde heykeline rastladığımız, Napolyon’u Waterloo savaşında yenmiş komutan Wellington Dükü Mareşal Arthur’un heykeli bu kentte de Modern Sanatlar Müzesi önünde yer alır. Heykeli ilginç kılan başının tepesindeki bildiğimiz yol işareti kuka bulunmasıdır. Gençlerin ısrarla heykel tepesine kuka koymasından yılan belediye bir daha bunlara dokunmamış, belediyenin bu tavrı heykelin kent için ilginç bir nokta haline gelmesine de yol açmış.

İskoçya’nın modern bir liman kenti olan Glasgow’da geceledikten sonra ertesi sabah İrlanda için yola çıktık. Yol ve İrlanda bir sonraki yazıda: gezinin, seri yazıların sonuncusunda… Nedim İnce

Altınoluk / 13. 08. 2025