Aralık ayının son günlerinde güzel bir pazar gününde, yurdun büyük bir kısmına soğuk ve karlı havalar hakimken Akdeniz'de ılık bir sonbaharı yaşayabilmek. Böyle güzel bir günün hayalini günler öncesinden kurup benzer duyguları paylaştığın arkadaşlarınla sabahın erken saatlarinde buluşup bir çocuk sevinci ve heyecanıyla harekete geçmek. Hele ki böyle bir havada bisikletinle yollarda olmak ve doğanın sağaltıcı gücünü tüm hücrelerinde hissedebilmek. Ne büyük nimettir bütün bunlar.

Kafamdan bu düşünceler geçerken, eski adıyla Erçel yeni adıyla Değirmençay köyünün yoluna koyulmuştuk bile. Mersin'in yirmi beş kilometre kuzeybatısında, denizden yüksekliği 650 metre olan köyün, zaman zaman inişli - çıkışlı, zaman zaman düz bir şekilde ilerlenilen yolu, bir bisikletçi için oldukça keyif verici. İlk molamızı yol üzerindeki Emirler Köy Kahvesinde verdik. Kahveci Ahmet'in özlediğimiz tavşankanı çayıyla yorgunluğumuzu giderdik. Mersin'in herhangi bir köy kahvesinde içeceğiniz çaydan keyif almama ihtimaliniz yoktur zaten. Acaba çok yorulup kendimizi güç bela atabildiğimiz köy kahveleri mi beni böyle düşündürtüyor diyeceğim ama yok yok, köy kahveleri bu çay demleme işini gerçekten iyi biliyor.

Emirler köyünün hemen ardından Kent Ormanı'nı da geçip, biraz daha yükseklere ulaşmamızla birlikte mis gibi çam kokularını duyumsamaya başladık. Tam bu sırada çalıların arasından bir kınalı keklik, telaş ve korkuyla havalandı. Kınalı kekliği doğal ortamında görmek hepimizi heyecanlandırdı. Bu mevsimde, geçiminin büyük bir kısmını turunçgillerden sağlayan Değirmençay köylüleri, bahçelerindeki portakalı toplayıp bir an önce satma telaşındaydılar. Kaç tanesi yanımızdan geçerken, traktörlerine yükledikleri portakallardan, gülümseyerek bize de ikramda bulundular. Cebinden çok gönlü ve yüreği zengin Akdeniz Köylüsü'nün bu cömertliğine, gezilerimde sık sık rastlamak beni oldukça keyiflendirir doğrusu.

Değirmençay'ın küçük meydanındaki çeşmeden akan suyu içmeden dönmek olmazdı elbette. Bu çeşmenin gürül gürül akan suyundan sadece insanlar faydalanmıyor. Çeşmenin hemen yanındaki çınar bu suyun kadim dostu. 1681 yılında dikildiği belgelenen ulu çınar 160 cm yarıçapa sahip. Gölgesinde otururken, bu çınarın bir zamanlar minik bir tohum olduğunu düşündüm. Yüzlerce senedir yapraklarını döktü, sonra tekrar yeşile büründü. Hazan mevsiminde ulu çınarın payına düşen yine sararan yapraklar oldu. İçinde bulunduğumuz şu günlerde de kuru yapraklar bile dallarını terk ettiler. Şimdiki haline, dört asrı geride bırakarak ulaşan ulu çınar kim bilir daha kaç asır sararacak, kaç asır yeşerecek, daha kaç hayat yaşayacak ve insanları etrafında toplamaya devam edecek. Bizim gibi yolculuk vakti gelen daha kaç yolcuyu da uğurlayacak…