"Eğitim şart." Bu cümleyi duymayan kaldı mı? Siyasi nutuklardan ev sohbetlerine, haber yorumcularından protesto pankartlarına kadar her yerde bu söz dile gelir. Öyle ki, sanki tüm sosyal adaletsizlikler, derinleşen gelir uçurumları, kalıcı işsizlik ya da geleceksizlik; yeterince "okuyarak" aşılabilecek bireysel problemler gibidir. Bu söylem, ilk bakışta iyi niyetli ve ilerlemeci görünse de, kendi içinde derin bir ideolojik mekanizma barındırır. Zira eğitimi nötr, tarafsız ve erişilebilir bir araç gibi görmek; eşitsizliklerin asıl kaynaklarını örtmekle kalmaz, bu eşitsizliklerin yeniden üretilmesine de hizmet eder.

Pierre Bourdieu ve Jean-Claude Passeron'un klasikleşmiş çalışmaları bize şunu öğretir. Eğitim sistemi, toplumsal farklılıkları ortadan kaldırmaz; aksine, bunları simgesel şiddet yoluyla yeniden üretir. Okul, sadece bilgi dağıtan bir kurum değil; belli bir kültüre, dile, davranış biçimine ve "doğru" kabul edilen yaşam tarzına uyumu ödüllendiren bir aygıttır. Yani okul, bir çocuğu salt bireysel özellikleriyle değerlendirmez. O çocuk okula sadece kendini değil; ailesinin maddi olanaklarını, konuşma dilini, kitap kültürünü, sosyal ağlarını da getirir.

Üst sınıftan gelen çocuklar için okul, zaten alışık oldukları bir dünyanın uzantısı gibidir. Onların evlerinde konuşulan dil ile okulun dili birbirine yakındır. Kendilerini ifade etmeleri teşvik edilir, öz güvenleri pekiştirilmiştir. Ancak emekçi sınıf çocukları için okul, yabancılaştırıcı bir mekâna dönüşür. Orada onların dili "yanlış", davranışı "uygunsuz", bilgiye yaklaşımı "yetersiz" bulunur. Öylece okul, onların başarısız olmasının zeminini baştan hazırlar.

Ve sonra herkes aynı sınava sokulur. Aynı koşullarda değil, ama aynı sınavda. Sınava girenler farklı evlerde, farklı kitap sayılarıyla, farklı kahvaltılarla, farklı gürültülerle yetişmiştir. Sınav, tüm bu farkları siler ve başarıyı "bireysel yetenek" olarak etiketler. Oysa başarı, bu şartlarda, zekadan çok sınıfsal sermayenin göstergesidir.

Bu noktada eğitimin tarafsız bir araç olduğu yalanı, sistemin ideolojik örtüsüne dönüşür. Başarı bireysel gayretle açıklanır; başarısızlık ise kişinin yetersizliğine yüklenir. Sistem kendini temize çıkarır. "Çalışkan olan kazanır" anlatısı, istisnaları kural gibi sunarak milyonlarca kişinin sistematik olarak dışarıda bırakılmasını rasyonelleştirir.

Eğitimin sınıf atlamanın anahtarlı bir yolu olduğu anlatısı da bu mekanizmanın bir parçasıdır. Elbette bazı bireyler, sistemin taleplerine tümden uyum sağlayarak belli bir sosyal hareketlilik yaşayabilir. Bu çok nadirdir ve çoğu zaman bu hareketlilik, kişinin kendi sınıfından koparak, sistemin normlarına bütünsel olarak entegre olmasını gerektirir. Bu da başka bir asimilasyon şeklidir.

Bu haliyle eğitim, gerçek bir toplumsal eşitliği sağlamaktan çok, sınıfsal farkları görünmez kılarak yeniden üretir. Patron sınıfların konumunu meşrulaştırırken, işçi sınıfına "uygun" bireyler yetiştirir. Ancak bu, eğitimi tümden reddetmek anlamına gelmemeli. Sorun, eğitimin kendisinde değil; hangi sınıfsal çıkarların hizmetinde işlediğindedir.

O yüzden eğitim şart demeden önce, kimin eğitiminden, kimin çıkarına ve kimi eleyerek işleyen bir sistemden söz ettiğimizi sormak şart. Çünkü mesele artık yalnızca okumakla kurtulacak bir kuşak değil; mesele, baştan elenmiş bir hayatın başarı masalına inandırılmak istenmesi. Eğer bu düzen değişmeyecekse, sınıf atlama mitiyle avutulan nesiller değil, bu miti yıkan bir bilinç büyümeli. Asıl “şart” olan işte budur.