Kriz derinleştikçe insanlar sofradaki ekmekten değil, başkalarının gözünden düşmekten korkar. Türkiye’de artık pazar tezgâhında fiyat sormak, küçük bir sınavdan geçmek gibidir...

Çünkü fiyat sormak, bilgi edinmenin ötesine geçmiştir; aynı zamanda alım gücünü, belirsizliği ve kaygıyı da ortaya koyar. Etiketlere bakarken, ürünün yanı sıra kendi varlığı ve gücü de tartıya konur. Gerçek bazen insana yalnızca alım gücünü değil, tahayyül gücünü de yitirme duygusunu yaşatır. Temel gıda, en temelinden bile lüks hâline gelirken, ilginçtir ki en çok parıldayan hâl hâlâ paradır. Fakat para, artık paranın ötesine taşınmış; temsil ettikleriyle, sergiledikleriyle, hatta göstermeyi vaat ettikleriyle parlamaktadır. Kriz sofradaki ekmeği küçültmekle kalmaz; insanın kendine anlattığı o güzel, güvenli hikâyeleri de paramparça eder.

Tam da bu noktada, gösterge tüketimi bütün çıplaklığıyla arz-ı endam eder. Baudrillard’ın o meşhur, fazla ‘postmodern’ diye burun kıvırılan analizleri Türkiye sokaklarında, AVM vitrinlerinde, Instagram story’lerinde kendini fena halde haklı çıkarır. Çünkü bir çanta artık sıradan bir nesne olmaktan çıkmıştır. Omuzda değil, kimlikte taşınır. Bir kahve bardağı, içilmek için değil, görünmek için elde tutulur. Gösterge, ihtiyaçların önünde yürüyen bir gölge gibi hareket eder. İhtiyaç karın doyurur; gösterge ise doyurmadığı ruhu tatmin ediyormuş gibi bir illüzyon yaratır.

Sosyal medya tam da bu oyunun arenası. Instagram, TikTok, YouTube… Buralarda görünürlük, basit bir dikkat çekme meselesinin ötesine geçmiş durumda; sosyal bir onay, hatta varoluşun teminatı hâline gelmiş. Bir günlüğüne bile olsa bir şeye sahip olma saplantısı, aslında o şeye ulaşamamanın korkusuyla iç içe geçmiştir. Asıl olgu, sahip olmak değil; sahipmiş gibi görünmektir. Alım gücü azaldıkça, gelecek endişesi büyüdükçe, insanlar o eksikliği lüks nesnelerle doldurmaya çabalar. Bu nesneler, statünün ötesinde, boşluğu, görünmezliği, silinmeyi gizleyen sembollere dönüşür. Tüketim, sosyal onayın bir aracına evrilirken, daha da sarsıcı olanı, bu onayın aslında var olmayanın en çıplak kanıtı hâline gelmesidir.

Açlık korkusu bile bazen görünmez olma korkusunun gölgesinde kalır. Türkiye’de ekonomik kriz derinleşirken, en çok kahve zincirlerinin, lüks AVM’lerin ve ithal otomobil satışlarının artması da tam bu çelişkinin yansımasıdır. Bir paradoks mu? Elbette. Ama kapitalizmin en maharetli oyunlarından biri zaten burada gizlidir. İnsanı açken bile tokmuş gibi davranmaya, yokluk içinde varlık oyunu oynamaya zorlar. Gösterge tüketimi, artık bir statü yarışının ötesinde bir varlık savaşına dönüşmüş durumda. Ve savaşın doğası değişmez; sonunda herkes kaybeder. En çok da insanın ruhu.