Bir çocuğu uzun uzun izlediğinizde, onun dünyayla nasıl ilişki kurduğunu fark edersiniz. Konuşmalarından çok önce, yürüyüşünden bile önce oyun oynar. Bir kaşığın masaya vuruşu, bir bez parçasının battaniyeye dönüşmesi, hayali bir arkadaşla edilen sohbet… Tüm bunlar dışarıdan bakıldığında basit, hatta sıradan gibi görünse de, aslında bir çocuğun dünyayı anlama ve kendini ifade etme biçimidir.
Biz yetişkinler, öğrenmeyi çoğu zaman kitaplara, sınıflara, testlere indirgeriz. Oysa çocuk için öğrenme, yaşamla iç içe geçmiş bir oyundur. Oyun, çocuğun kendini tanıdığı, sınırlarını keşfettiği, başkalarıyla ilişki kurmayı öğrendiği, hislerini düzenlemeye başladığı bir alandır. Belki de en önemlisi: Oyun, çocuğun öğrendiğini hissetmeden öğrendiği tek yoldur.
Oyun, Beynin Diliyle Konuşur
Nörobilimsel araştırmalar bize şunu açıkça gösteriyor: Oyun sırasında çocukların zihinlerinde çok yönlü bir aktivite gözlemleniyor. Özellikle problem çözme, yaratıcılık, planlama ve sosyal etkileşimle ilgili alanlar oyun sırasında aktif hale geliyor. Yani oyun sadece eğlenceli değil; aynı zamanda bilişsel gelişimin de güçlü bir itici gücü.
Bir çocuk, oyun oynarken “mış gibi” yapar. Bir doktor olabilir, bir aşçı, bir süper kahraman ya da bir bebek annesi… Bu “miş gibi” dünyalar, çocuğun soyut düşünme becerilerini geliştirir. Sembolik düşünce dediğimiz bu yeti, ileride matematiksel kavramları anlamaktan tutun, empati kurmaya kadar pek çok yeteneğinin temelidir.
Hislerin Güvenli Alanı
Oyun, aynı zamanda hislerin de işlendiği bir alandır. Bazı hisler çocuk için zorlayıcıdır: Korku, öfke, kıskançlık, üzüntü… Bu hislerle başa çıkmayı öğrenmek zaman alır. Fakat oyun, bu hislerin güvenli bir şekilde dışa vurulabildiği nadir alanlardan biridir.
Örneğin, kaybettiği bir yakının ardından çocuğun devamlı bir oyuncak bebeği toprağa gömüp tekrar çıkarması, yas sürecinin doğal bir yansıması olabilir. Ya da hastaneye gitmekten korkan bir çocuk, oyuncak ayısını enjeksiyon yaparak “tedavi edebilir.” Bunlar basit oyunlar değil; çocuğun duygusal dünyasında kendiyle barışma, korkularını kontrol etme, anlamlandırma çabalarıdır.
Psikologlar olarak bizler, oyun terapisini bu sebeple çok kıymetli buluruz. Çünkü çocuk, oyun yoluyla bize iç dünyasını açar. Kelimelere dökemediği her şeyi; hayal gücü, oyuncaklar ve senaryolarla anlatır.
Sosyal Becerilerin Provası
Oyun, aynı zamanda sosyal becerilerin prova edildiği bir sahnedir. Grup oyunlarında çocuk paylaşmayı, sırayla oynamayı, kurallara uymayı ve gerektiğinde kendini savunmayı öğrenir. Bu tecrübeler, ileride sağlıklı ilişkiler kurmasının da temelini atar.
Birlikte kule inşa eden çocuklar arasında yaşanan küçük çatışmalar, aslında problem çözme, düşünme ve empati gibi sosyal becerilerin gelişimi için paha biçilmez anlardır. Oyunda alınan roller, geliştirilen hikâyeler; çocuğun başkasının yerine geçebilme yeteneğini yani empatiyi güçlendirir. Bu da duygusal zekânın temelidir.
Yetişkinlerin Rolü: İzlemek mi, Katılmak mı?
Çoğu anne-baba şu soruyu sorar: “Oyuna katılmalı mıyım, yoksa yalnızca izlemek mi daha doğru olur?”
Cevap hem evet, hem hayır. Çocuğun serbest oyun zamanı çok kıymetlidir. Bu alanda yönlendirilmeden, yalnızca kendi kurallarını koyarak oynayabilmesi, özgüvenini ve yaratıcılığını destekler. Fakat zaman zaman yetişkinin oyuna katılması, çocuğun bağ kurma ihtiyacını da karşılar.
Buradaki önemli denge şudur: Oyunu çocuğun yönetmesine izin verin. Sizin değil, onun senaryosunun içinde olun. Soru sormak yerine onun ne yaptığına dikkat kesilin. "Ne yapıyorsun bakalım?" demek yerine, “Senin süper kahramanın çok güçlü görünüyor” gibi bir gözlem paylaşmak, çocuğun kendini daha görülmüş hissetmesine katkı sağlar.
Ekranlar Oyun Değildir
Günümüz dünyasında çocuklar giderek daha fazla ekranlara maruz kalıyor. Oyun gibi görünen dijital aktiviteler, çoğunlukla tek taraflı etkileşimler içeriyor. Gerçek oyun ise çok yönlüdür; hayal gücü, bedensel hareket, sosyal ilişki ve duygusal tecrübe içerir.
Bir çocuğun gerçek anlamda oyun oynayabilmesi için ekrandan uzak, fiziksel ve duygusal olarak serbest bir alana gereksinimi vardır. Bu alanı sunmak, modern dünyada bir lüks değil; çocuk gelişimi açısından bir gerekliliktir.
Oyun, Hayatın Provasıdır
Eğitim sistemimiz çoğu zaman bilgi aktarmaya odaklanırken, öğrenmenin en güçlü aracını oyunu ihmal edebiliyor. Oysa okul öncesi dönemde öğrenmenin en etkili yolu oyundur. Bu sebeple, oyun temelli öğrenme modelleri, yalnızca anaokullarında değil, ilkokulun ilk yıllarında da benimsenmelidir.
Birçok ülke de çocuklar ilk yıllarda oyunla öğrenir, doğayla vakit geçirir, keşfederek öğrenir. Bu, yalnızca başarıyı değil; aynı zamanda ruhsal sağlığı da korur.
Son Söz: Oyunun Ciddiyeti
Çocuklar için oyun bir eğlence değil, bir ihtiyaçtır. Biz yetişkinler nasıl bir kahve molasına, bir kitaba, bir dost sohbetine gereksinim duyuyorsak; çocuk da oyunla beslenir.
Oyun oynamayan çocuklar öğrenemez mi? Elbette öğrenir. Fakat oyunla öğrenen çocuklar, yalnızca bilgi edinmekle kalmaz; hislerini tanır, başkalarını anlar, hayal kurar ve güçlü kişiler olma yolunda sağlam adımlar atar.
Bu yüzden bir çocuğu oyun oynarken gördüğünüzde, onun "yalnızca oyun oynadığını" düşünmeyin. O, yaşamı prova ediyor, dünyayı anlamlandırıyor, kendini ifade ediyor olabilir. Ve belki de o an, onun en çok öğrendiği andır.
Unutmayalım:
Oyun, çocuğun işidir. Oyunun olduğu yerde gelişim vardır, öğrenme vardır ve en önemlisi; kalpten gelen bir neşe vardır.