Günümüz dünyasında birçok kişi dışarıdan son derece “normal” bir yaşam sürüyormuş gibi görünse de, iç dünyasında tarif etmesi zor bir boşluk hissiyle baş başa kalıyor. Bu durum, ne tam anlamıyla bir depresyon ne de doğrudan bir travmanın sonucu gibi görünür. Sanki her şey yolundaymış gibi ama bir şey eksik gibidir. Kişi sabahları uyanır, rutinini sürdürür, başkalarıyla konuşur, gülümser hatta belki başarılar elde eder fakat tüm bunların ortasında açıklanamayan bir anlamsızlık, bir donukluk ve yer yer ağırlaşan bir boşluk hissi vardır. Bu yazı, modern insanların giderek daha sık dile getirdiği bu “boşlukta olma” halini psikolojik açıdan incelemeyi ve anlamlandırmayı amaçlıyor.
Boşluk hissi çoğu zaman duygusal bir yoksunluğun ya da kimlik karmaşasının sonucu olarak ortaya çıkar. Kişi, kendini kim olduğunu bilemez halde, hedeflerinden uzaklaşmış, hatta hayatı bir görev gibi sürdürüyormuş hissine kapıldığında bu içsel boşluk daha da büyür. Özellikle dış dünyada bir başarı, statü veya ilişkisel onay peşinde koşan kişiler, bu hedeflere ulaştıklarında dahi içlerinde bir tatminsizlikle karşılaşabilirler. Çünkü boşluk, çoğu zaman dışsal başarılarla değil, içsel bağlantılarla dolar. Eğer insan, kendiyle temas kuramıyor, hislerini yeterince tanımıyor ya da bastırıyorsa; bu bağ eksikliği bir boşluk olarak hissedilir.
Psikolojik açıdan bakıldığında, boşluk hissi çoğu zaman çocukluk deneyimlerinin izlerini taşır. Erken dönemde ihtiyaç duyduğu duygusal beslenmeyi alamayan bir kişi, yetişkinlikte kendiyle temas kurmakta zorlanabilir. Örneğin, duyguları küçümsenmiş ya da yok sayılmış bir çocuk, büyüdüğünde kendi iç dünyasını da aynı şekilde değersizleştirmeye meyilli olabilir. Bu tür insanlar, gerçek ihtiyaçlarını bastırır ve “nasıl hissediyorum” sorusundan çok, “nasıl görünmeliyim” ya da “ne yapmalıyım” gibi sorularla yaşamlarını yönlendirir. Fakat bu şekilde sürdürülen bir yaşam, bir noktada insanı derin bir boşluğun eşiğine getirebilir. Çünkü kendimizle kurduğumuz ilişki, en temel varoluşsal bağlantıdır.
Boşlukta hissetmenin en belirgin göstergelerinden biri motivasyon kaybıdır. İnsan, yapmak istediği şeyleri bile yapmakta zorlanabilir. Önceden keyif aldığı etkinlikler artık ona bir anlam ifade etmez. Zihin, devamlı bir “neden?” sorusuyla meşguldür: “Neden buradayım?”, “Neden hiçbir şey bana yetmiyor?”, “Neden bir türlü tatmin olamıyorum?” Bu sorular, varoluşsal sorgulamaların kapısını aralar. Ve çoğu zaman bu sorgulamalar, kişiyi korkutabilir çünkü net bir yanıt yoktur. Belirsizlikle baş etmek, özellikle de içsel bir boşlukla yüzleşmek cesaret ister.
Modern toplumun sunduğu hızlı hayat şekli, bu boşluk hissini daha da derinleştirebilir. Sosyal medyada devamlı olarak başkalarının “mutluluk” anlarına maruz kalmak, insanın kendi yaşamını daha yetersiz ve anlamsız hissetmesine sebep olabilir. Rekabetin ve karşılaştırmanın hâkim olduğu bir kültürde, kişinin kendini olduğu haliyle kabul etmesi çok zordur. Bu da insanın içsel bağlantılarını zayıflatır. Oysa anlam, fakat kendimizle kurduğumuz sahici ilişkiden doğar. Dışarıdan gelen başarılar, alkışlar, beğeniler bir noktaya kadar tatmin sağlar ama içsel boşluğu doldurmaz.
Bu bağlamda, boşlukta hissetmenin kendisi aslında bir alarmdır. Ruhun, insanın dikkatini kendine çekmeye çalıştığı bir çığlık gibidir. “Bir şey eksik” diyen bu his, yüzleşilmek ister. Fakat çoğu zaman bu boşluk, bastırılır ya da geçici uyaranlarla örtülmeye çalışılır. Alışveriş, aşırı çalışma, sosyal medyada kaybolma, hızlı ilişkilere yönelme ya da madde kullanımı gibi davranışlar, boşluğu bir süreliğine unutturabilir ama temelde çözüm sunmaz. Aksine, boşluğun daha da derinleşmesine neden olabilir.
Peki, bu boşlukla nasıl başa çıkılır? Öncelikle, boşluk hissiyle mücadele etmeye çalışmak yerine onu dinlemeye çalışmak önemli bir adımdır. Kendimize sormamız gereken sorular şunlar olabilir: “Bu boşluk bana neyi gösteriyor?”, “Hayatımda ne eksik ya da ne fazla?”, “Kendimi ne zaman terk etmeye başladım?”, “Gerçekten ne istiyorum, neye ihtiyaç duyuyorum?” Bu sorulara verilen dürüst yanıtlar, içsel bağın yeniden kurulmasına yardımcı olabilir. Çünkü boşluk, her zaman bir yokluk değil, bir çağrıdır: Kendinle yeniden buluş çağrısı.
Terapi süreci, bu boşlukla yüzleşmede oldukça etkili bir yöntemdir. Güvenli bir ilişki içinde, insanın hislerini keşfetmesi, geçmiş deneyimlerini anlamlandırması ve içsel kaynaklarını fark etmesi mümkün olur. Aynı zamanda yaratıcı faaliyetlerle ilgilenmek, doğayla temas kurmak, anlamlı ilişkiler geliştirmek de boşluk hissini azaltan unsurlar arasındadır. Ama en önemlisi, bireyin kendiyle kurduğu ilişkinin niteliğidir. Kendini anlayan, dinleyen ve ihtiyaçlarını gözeten bir kişi, zamanla bu boşluğu bir gelişim alanına dönüştürebilir.
Unutmamak gerekir ki boşlukta hissetmek, bir zayıflık değil; bir insanlık halidir. Her insan, yaşamının bir döneminde bu türden duygularla karşı karşıya kalabilir. Önemli olan, bu hissin ardındaki mesajı duymak ve onu bir fırsata çevirebilmektir. Boşluk, eğer dinlenirse, insanın en derin dönüşümünü başlatabilir. Çünkü çoğu zaman en çok kaybolduğumuzda, kendimizi yeniden bulmak için bir kapı aralanır.