İnsanlık tarihi boyunca aldatmak ve aldanmak, toplumsal ilişkilerin en eski ve en karmaşık boyutlarından biri olmuştur. Her birey hayatının bir noktasında ya birinin yalanına inanmış ya da farkında olarak/olmayarak bir başkasını yanıltmıştır. Peki, asıl sorumluluk kimdedir? Kanmak mı insanın hatasıdır, yoksa kandırmak mı? Bu soru sadece etik ve ahlak alanında değil, psikolojik ve sosyolojik düzeyde de tartışılmaya değerdir.
Kandırmak eylemi, bilinçli bir niyetle karşı tarafı yanıltmayı içerir. Bu durumda kandıran kişi, karşısındaki bireyin güvenini suiistimal eder. Kanmak ise çoğu zaman iyi niyetten, bazen bilgi eksikliğinden, kimi zaman da umutsuzluktan doğar. Bu ikili ilişki bir denge üzerine kuruludur: Biri niyetle hareket ederken, diğeri o niyete karşı savunmasız kalır.
İlk bakışta, kandıran kişi daha fazla sorumlu görünür. Çünkü karşısındaki kişinin iradesini kendi çıkarı doğrultusunda manipüle etmiştir. Ancak bu noktada kanan kişinin durumu da göz ardı edilmemelidir. Acaba kişi, aldanmaya hazır mıydı? Uyarılara rağmen neden ikna oldu? Gerçeği sorgulama refleksi neden devreye girmedi? Bu sorular, sorumluluğun yalnızca kandıran tarafa yüklenemeyeceğini gösterir.
Örnek olarak;
Anadolu'nun birçok yerleşim yerinde geleneksel olarak süregelen “altın günü” uygulaması, özellikle kadınlar arasında sosyal dayanışmanın bir simgesi olmuştur. Ancak bu masum gelenek, zaman zaman kötü niyetli kişilerce istismar edilebilmektedir. Haber bültenlerine de yansıyan bir olayda, bir kadın güven kazanarak her ay altınları kendinde toplayıp sahibine topluca teslim etme görevini üstlenmiştir. Toplanan altınlar ilk aylarda herkese sırası geldikçe teslim edilmiştir. Bu durumdan aslında herkes memnundur. Ancak bir kaç sonra kadın tüm altınlarla birlikte ortadan kaybolmuştur. Mahallenin kadınları şaşkındır. Çünkü ortada yazılı bir sözleşme yoktur, her şey karşılıklı güvene dayanıyordur. Bu olayda kandıran kişi açıkça suç işlemiştir; ancak kananlar da hiçbir yazılı güvence almadan, sadece “bizden biri” diyerek tüm varlıklarını emanet etmişlerdir. Bu tür olaylar, kanmanın sadece bilgi eksikliğinden değil, aidiyet ve duygusal bağlardan da kaynaklanabileceğini gösterir.
Peki, seçmen ve siyasi irade için durum nedir?
Demokratik sistemlerde seçimler, halkın iradesini yansıtması açısından büyük önem taşır. Ancak seçim dönemlerinde verilen vaatler, zaman zaman gerçeklerle bağdaşmayan, popülist ve aldatıcı nitelikte olabilir. Bir adayının seçim öncesi halka ücretsiz ulaşım, yüksek istihdam, düşük vergi gibi cazip ama gerçekçi olmayan sözler vermesi, seçmen üzerinde kısa vadeli bir umut etkisi yaratır. Hatta seçmene aya yol yapma sözü bile verilebilir. Seçmen, bu vaatlerin uygulanabilirliğini sorgulamadan oy verdiğinde, kandırılma ile kanma arasındaki çizgi bulanıklaşır. Bu durumda kandıran siyasetçi kadar, sorgulamadan, araştırmadan ve geçmiş deneyimleri göz önüne almadan oy kullanan seçmen de bu döngünün bir parçası olur. Özellikle aynı vaatlerle defalarca aldatılan topluluklar, artık sadece kandırılan değil, kanmaya meyilli kitleler haline gelir. Bu durum, sadece bir bireyin değil, toplumsal bir hatanın yansımasıdır.
Duygusal ilişkilerde kanmak ise sevgi ile körleşmenin sonucudur. Yakın ilişkilerde güven, duygusal bağların temelini oluşturur. Ancak bu güven bazen sorgulamayı engelleyen bir körleşmeye dönüşebilir. Yıllarca süren bir evlilikte, eşinin sadakatine olan inancı nedeniyle onun gece geç saatlerdeki davranışlarını, gizli telefon konuşmalarını ya da artan ilgisizliğini görmezden gelen bir kişi düşünelim. Eşi onu uzun süre başka biriyle aldatmıştır, ancak bu gerçek ortaya çıktığında aldatılan taraf, sadece ihaneti değil, kendi ihmalini de kabullenmek zorunda kalır. Çünkü çoğu zaman sinyaller ortadadır; ama insan, sevdiği kişinin gerçeğiyle yüzleşmek yerine, kandırılmayı tercih eder. Bu tür olaylar, sadece kandıranın değil, kananın da duygusal bir kaçış içinde olabileceğini gösterir. Sevgi, güvenin temelidir ama aynı zamanda sorgulamayı unutturan bir perdeye de dönüşebilir.
Kanmak ve kandırılma üzerine düşünürlerde farklı yorumlar getirmişlerdir. Kant’a göre, ahlaki davranışın temeli "ödev" duygusudur. Bu bağlamda kandırmak, her koşulda yanlış bir eylemdir; çünkü evrensel ahlak yasalarına aykırıdır.
Sartre ise bireyin özgürlüğüne ve seçimlerine vurgu yapar: Kanmak da bir seçimdir ve insan, kendi bilinciyle yaptığı her seçimin sorumluluğunu taşır.
Nietzsche’ye göre ise insan, güç istenciyle hareket eder; dolayısıyla kandırmak, bir güç gösterisidir. Kanmak ise zayıflığın göstergesidir. Her üç düşünür de bu meseleye farklı pencerelerden yaklaşır, ancak ortak noktaları insanın iradesi ve sorumluluğudur.
Sonuç olarak, ne sadece kandıran ne de sadece kanan bütünüyle suçludur. Her iki taraf da kendi bağlamında sorumluluk taşır. Önemli olan, insanın hem kendi eylemlerini hem de başkalarının eylemlerini sorgulama yetisini geliştirmesidir.
Belki de asıl mesele, kandırılmak değil, bir kez kandıktan sonra aynı yanılgıyı tekrar etmektir. Çünkü bir kez kanmak insanlık, tekrar kanmak ise ihmalkârlıktır.