Bir ülkenin akciğerleri yanarken sadece ağaçlar değil, geçmiş, gelecek ve vicdanlar da küle döner. Geçtiğimiz hafta Türkiye’nin dört bir yanından yükselen dumanlar gökyüzünü karartırken, içimizi de kararttı. En çok da “yine mi hazırlıksızdık?” sorusunun cevabı yaktı yüreğimizi.

Bursa’da, Balıkesir’de, Manisa’da, Antalya’da, Mersin’de …

Alevler sadece ormanı değil; evleri, umutları, hayalleri de yuttu.

Yine ekran başında izledik, helikopter bekledik, gönüllülerden mucize umduk. Ve yine, alınabilecek önlemlerin, kurulabilecek erken uyarı sistemlerinin, konuşulmuş ama yapılmamış her şeyin yükünü hissettik.

İtfaiyecilerimiz, orman işçilerimiz, gönüllülerimiz canlarını ortaya koydu. Kimileri dönmedi…

Onların cesareti tarih yazdı, ama yönetim zaafı da ibretlik bir satır olarak o tarihe geçti.

“Yangınla değil, ihmalle savaşıyoruz” diye yazmıştı biri sosyal medyada.

Ne kadar doğru… Çünkü yaz mevsiminin yangınla geleceği biliniyordu. Çünkü her yıl bu felaketleri yaşadığımız gibi, her yıl aynı cümleleri kurmak da alışkanlık oldu:

“Soruşturma başlatıldı.”

“Helikopter yolda.”

“Kısa sürede kontrol altına alınacak.”

Ama doğa böyle affetmez.

Yanan bir çam ağacı, elli yılda yetişiyor.

Bir sincap, bir arı kolonisi, bir yaban domuzu… Kaçamadıkları zaman bir daha yerine gelmiyor.

Şimdi hep birlikte şunu sormalıyız:

Ormanı sevmek sadece piknik yapmak mı?

Yoksa ona sahip çıkmak, onu koruyacak sistemi kurmak mı?

Bugün sorumluluktan kaçanlar, yarın çocuklarına sadece yanık topraklar bırakacak.

Ve bir gün o çocuklar da soracak:

“Baba, bu ülkenin ormanları neden yok?”

Ağaçlar yanarken susanlar, küller konuştuğunda utanır.