"Biz Kudüs'te kirada oturuyoruz. Halep'ten bu tarafa geçmeyen şey yalnız Türk kağıdı değil, ne Türkçe ne de Türk geçiyor. Floransa ne kadar bizden değilse, Kudüs'te o kadar bizim değil. Türkleşmiş hiçbir Arap görmedikten başka, Araplaşmamış Türk'e az rast geliyordum. Suriye, Filistin ve Hicaz'da "Türk müsünüz?" sorusunun birçok defalar cevabı "Estağfurullah!" idi. Bu kıtaları ne sömürgeleştirmiş ne de vatanlaştırmıştık. Osmanlı İmparatorluğu buralarda, ücretsiz tarla ve sokak bekçisi idi. Eğer medrese ve şuursuzluk devam etmiş olsaydı Araplığın Anadolu yukarılarana kadar gireceğine şüphe yoktu. Bizim emperyalizm, Osmanlı emperyalizmi, şu ana fikir üstünde kurulmuş bir hayal idi. Türk milleti kendi başına devlet yapamaz!"

"Anadolu'yu baştan başa yapmak, şehirler, köyler, ev ve tarla zengini olmak, tamamıyla batılılaşmak ve sonra da Halep'ten Kızıldeniz'e doğru; nüfus, teknik ve sermaye ile taşmak lazımdı. Biz ise Anadolu'yu aşıp Halep kapısını vurduğumuz zaman, bayındırlık ve kalabalık görmeye başlıyorduk. Halep büyük bir şehir, Şam büyük bir şehir, Beyrut büyük bir şehir, Kudüs büyük bir şehir ve hepsi ağyar idi. Lübnan havası, bize Dobruca havasından yüz kat daha yabancı idi. Cemal Paşa Beyrut'ta ve Halep'te oturduğu zaman, bir işgal ordusunun kumandanı gibi bir şeydi. Osmanlı İmparatorluğu Trakya'dan Erzurum'a doğru, koca gövdesini yan yatırmış, memelerini sömürge ve milliyetlerin ağzına teslim etmiş, artık sütü kanı ile karışık emilen bir sağmal idi. "

Falih Rıfkı Atay’ın Zeytindağı’nda dile getirdiği bu satırlar, Osmanlı’nın Arap coğrafyasındaki varlığına dair çarpıcı gözlemler içerir. “Biz Kudüs’te kirada oturuyoruz…” sözleri, yalnızca bir asker ya da gözlemcinin anıları değil; aynı zamanda imparatorluğun çöküş dönemine dair sosyolojik bir tespittir. Osmanlı, buralarda bir kök salamamış, ne Arap toplumunu Türkleştirebilmiş ne de Türk unsurunu bu topraklarda kalıcı kılabilmiştir. Bir milletin kendi toprağına yabancı kalmasının, kültürel ve siyasal açıdan nasıl bir çözülme yarattığını görmek için bu satırları yeniden okumak yeterlidir.

Bugün, aradan bir asırdan fazla zaman geçmiş olmasına rağmen, benzer bir yabancılaşma sancısını Türkiye tekrar yaşıyor. Cumhuriyet’in kuruluşunda esas alınan Batılılaşma ideali, modernleşme ve sekülerleşme hamleleri, son yirmi yılda giderek geri plana itildi. AKP iktidarıyla birlikte siyasal İslam yalnızca bir ideolojik tercih değil; devletin yapısını, toplumsal yaşamı ve gündelik kültürü şekillendiren bir eksen haline geldi. Bu dönüşüm, tıpkı Atay’ın sözünü ettiği gibi, Türk toplumunun kendine özgü bir kimlik inşa etmekten uzaklaşarak başka bir kültürün gölgesine sığınmasına yol açıyor.

Cumhuriyet’in ilk yıllarında temel hedef, Anadolu’yu baştan başa imar etmek, şehirler kurmak, köyleri kalkındırmak ve sanayiyi geliştirmekti. Atay’ın “Anadolu’yu baştan başa yapmak, şehirler, köyler, ev ve tarla zengini olmak, tamamıyla batılılaşmak” sözleri, bu hedefin ne kadar net olduğunu gösterir. Ancak bugün şehirlerimiz ne Batı’nın planlı modernleşmesini ne de kendi kültürel mirasını yaşatıyor. Aksine, betonlaşma, kimliksiz yapılar ve Arap coğrafyasıyla özdeşleşmiş semboller, kamusal hayatın içine sızıyor. İstanbul’dan Konya’ya, Gaziantep’ten Bursa’ya kadar birçok şehirde bu dönüşümün izlerini görmek mümkün.

Daha da önemlisi, eğitim sisteminde yaşanan dönüşümdür. Atay’ın uyardığı gibi, eğer medrese zihniyeti devam ederse Araplığın Anadolu’ya nüfuz etmesi kaçınılmazdı. Cumhuriyet’in en büyük kazanımı, medreseleri kaldırıp yerine bilimsel esaslara dayalı okullar açmak, yurttaşlık bilincini aşılamak olmuştur. Bugün ise eğitim sistemi yeniden dini referanslarla şekillendiriliyor. Müfredatta bilimsel yaklaşım geri plana itilmekte, dogmatik kabuller ise öne çıkarılmaktadır. Bu yalnızca genç kuşakları geleceğe hazırlayamamak değil, aynı zamanda toplumun düşünsel ufkunu daraltmak anlamına da geliyor. Üniversitelerin özerkliğinin kaybolması, liyakatin yerini sadakatin alması, bilimin yerine ideolojinin geçirilmesi bu daralmanın en açık göstergeleridir.

Toplumsal yaşamda da benzer bir kırılma yaşanıyor. Kadınların kamusal alandaki görünürlüğü, yaşam tarzı tercihleri ve hatta dilin kendisi, Arap coğrafyasıyla giderek daha çok benzeşen bir çizgiye oturuyor. Sokaklarda Arapça tabelaların artışı, kültürel sembollerin değişimi, Türk kimliğinin kendi ülkesinde geriye itilmesine neden oluyor. Bu süreç, Batılılaşmanın sunduğu özgürleşme imkânlarını ortadan kaldırırken, toplumun kendi tarihsel köklerinden de uzaklaşmasına yol açıyor.

Dış politika ise bu dönüşümün başka bir yansıması. Türkiye’nin yönünü Batı’dan uzaklaştırarak Ortadoğu eksenine kaydırması, yalnızca diplomatik bir tercih değil, kültürel kimliği de belirleyen bir unsur haline geldi. Avrupa Birliği sürecinin rafa kaldırılması, demokratik standartların gerilemesi ve otoriter yönetim tarzının benimsenmesi, Batılılaşma idealinden kopuşun kurumsal boyutunu oluşturuyor.

Falih Rıfkı Atay’ın Kudüs ve Şam’daki gözlemleri, Osmanlı’nın oralara ait olmadığını, kendini yabancı hissettiğini ve Arap toplumunda karşılık bulamadığını anlatır. Bugün ise ironi şudur: Türk toplumu, kendi vatanında yabancılaşma tehdidiyle karşı karşıyadır. Çünkü Batılılaşma yalnızca bir kültürel tercih değil; ilerleme, özgürlük ve çağdaş uygarlık yolunda zorunlu bir yönelimdir. Batı’dan kopmak, yerine Arap kültürel kodlarını yerleştirmek, bir kimlik inşası değil; bir kimlik kaybıdır.

Cumhuriyet’in temel felsefesi, Anadolu’da köklü bir devlet yapısı kurmak ve bu toprakları gerçekten “vatanlaştırmak” üzerineydi. Bugün ise devlet, toplumu Batı’dan uzaklaştırarak farklı bir kimliğe sürüklüyor. Atay’ın “Türk milleti kendi başına devlet yapamaz” diyenlere verdiği tarihsel yanıt, Cumhuriyet’in kendisi olmuştu. Ancak şimdi, bu cevabın yeniden tartışmaya açıldığı bir dönemin içindeyiz. Öyle bir süreçten geçiyoruz ki bu gidişata dur diyemezsek, korkarım ki artık geri dönüşü olmayacak!