“Hayat, yakın planda trajedi; geniş planda komedidir.”
— Charlie Chaplin
Chaplin’in bu unutulmaz sözü, bireysel yaşamlarımızın anlamının yanısıra, toplumsal dönüşümleri de anlatan bir felsefeyi içerisinde barındırıyor. Yakın planda gördüğümüz acılar, kırılmalar, hayal kırıklıkları ve kayıplar; uzak planda, tarihin geniş kadrajından bakıldığında bir film sahnesine dönüşüyor. Bu sahnede hepimiz, senaryosu önceden yazılmış, doğaçlamalara izin verilen ama kader çizgisinden sapamayan figüranlar olarak kalıyoruz.
Türkiye’nin son 20 yılına da bu perspektiften bakmak, belki de olan biteni anlamlandırmanın en insani yollarından biri. Çünkü hem toplumsal, hem de bireysel olarak yaşadığımız kırılmalar; yakın planda bir trajedi gibi görünse de, uzak planda trajikomik bir akışın parçaları… Son 20 yıl, hızlı değişimlerin, büyük kırılmaların, toplumsal hayal kırıklıklarının ve yitip giden umutların sahnelendiği dev bir film gibi aktı önümüzden. Ekonomik krizlerden referandumlara, toplumsal kutuplaşmalardan sokak eylemlerine, dijitalleşme devriminden bireysel özgürlük tartışmalarına… Her bir kare, gelecekte yalnızca birer dipnot olacak belki de. Ama biz, bu dipnotların tam ortasında yaşadık, yaşıyoruz ve yaşlanıyoruz. Ödediğimiz bedeller, kaybettiğimiz zaman, geri dönüşü olmayan toplumsal travmalar… Hepsi, kamerayı biraz uzaklaştırdığımızda “tuhaf bir senaryo”nun parçaları gibi görünüyor.
Albert Camus, “Yabancı” eserinde insanların dünyaya yabancılaşmasını anlatırken, bireyin hayata dair hiçbir şeyi kontrol edemediği gerçeğini vurgular. Biz de bu 20 yılın figüranları olarak, siyasetin bize sunduğu sahnelerde rol aldık ama senaryoya ne yazık ki yeterince müdahale edemedik. Büyük siyasal kararlar, makro düzeyde toplumu şekillendirirken; mikro düzeyde de bireysel hayatlarımızı yeniden dizayn ediyor. İşsizliği tetikleyen ekonomik dalgalanmalar, gelecek planlarını altüst eden krizler, göç, güvenlik, ifade özgürlüğü gibi alanlardaki sürekli gerileme hali, sosyal medya çağında hızla yayılan bilgi kirliliği, manipülasyon ve kutuplaşma.
Fransız filozof Michel Foucault, toplumsal düzenin “mikro iktidar alanları” üzerinden inşa edildiğini söyler. Yani, iktidarın kararları sadece ulusal değil, bireysel boyutlarda da hissedilir. Ancak olaylara çok yakından baktığımızda acı, öfke ve çaresizlik daha yoğun hissedilirken, biraz uzaklaştığımızda hikâyenin absürd yanları daha fazla açığa çıkar.
Chaplin’in "Hayat yakından bakıldığında trajedidir, uzaktan ise bir komedi.” sözü tam da buraya oturuyor. Türkiye’nin son 20 yılına bakarken, bu geniş kadrajı yakalamak gerekiyor. Bu dönemi “trajikomik” kılan şey, aslında umut ile umutsuzluk arasındaki o ince çizgide gidip gelmemiz. Bugün trajik diye andığımız bir olay, yarın sosyal medyada bir “meme” olarak karşımıza çıkabiliyor. Ekonomik krizler mizah malzemesine dönüşüyor. Siyasi tartışmalar esprilere konu oluyor. Toplumsal tepkiler ironiyle ifade ediliyor. Bu aslında bir savunma mekanizması. Tıpkı Viktor Frankl’ın “İnsanın Anlam Arayışı” kitabında dediği gibi: “İnsana her şeyden önce yaşama nedenleri lazımdır.” Mizah, bizim nedenimiz. Çünkü bu coğrafyada hayatta kalmak, biraz da gülebilme becerisiyle mümkün oluyor.
Tarihin bu sahnesinde gerçekten figüran mıyız, yoksa başrol bize mi ait? Belki de bu sorunun cevabı, bakış açımıza göre değişiyor. Chaplin’in dediği gibi, kamera çok yakınsa trajedi, biraz uzaksa komedi… Ama kamerayı elimize alma zamanı belki de çoktan geldi. Zygmunt Bauman’ın “Akışkan Modernite” eserinde söylediği gibi, içinde yaşadığımız dönem sürekli değişiyor ve biz bu değişimin akıntısına kapılıyoruz. Ama akıntıya kapılmak yerine yön vermek de hâlâ mümkün. Bunun yolu, farkındalıktan ve sorumluluk almaktan geçiyor. Belki bu hikâyede bugüne kadar sadece figüran olduk, ama perde henüz kapanmadı. Artık, kendi hikâyemizi yazma vakti:
“Yakın planda trajedi, geniş planda komedi… Ama bundan sonrası bizim sahnemiz!” demeli, diyebilmeliyiz.