Modern dünyanın koşuşturmacası içinde en çok kaybettiğimiz şey nedir diye sorsak, çoğu insan zaman ya da huzur cevabını verir. Oysa fark etmeden yitirdiğimiz iki değer var: duygu ve anlam. Bunlar, insan olmanın en temel, en derin unsurlarıdır. Bizi diğer canlılardan ayıran; bakmakla görmek, duymakla hissetmek arasındaki farkı belirleyen unsurlar...

Duygular, sadece bir içsel tepki değil, yaşamın nabzını tutan birer kılavuzdur. Sevincin içimizi ısıtan bir güneş gibi doğması, hüznün içimizde ağır ağır gezinen bir bulut gibi dolaşması, insan kalmanın şifreleridir. Ne yazık ki hızla akan günlük yaşamda duygularımızı bastırıyor, anlam arayışımızı ise erteleyerek yaşıyoruz.

Anlam ise duygunun rotasıdır. Ne hissediyorsak, onun nedenini anlamlandırarak yön buluruz. Sevdiğimiz birinin bakışında hissettiğimiz sıcaklık, bir dostla yapılan derin bir sohbetin içimizde bıraktığı yankı… İşte bu anlar bize bir şeyler anlatır. Çünkü duygular anlamla birleştiğinde gerçek bağlar kurulur; ilişkiler güçlenir, yaşam derinleşir.

Toplumsal olarak da aynı durum geçerli. Gözümüzün önünden geçen sayısız haber, olay, trajedi bazen sadece birer rakama dönüşüyor. Oysa her rakamın arkasında bir hayat, bir hikâye, bir duygu var. Eğer bu duygulara kulak vermezsek, yaşananların gerçek anlamına ulaşamayız. Empati de buradan doğar: Başkasının duygusunu kendi kalbimizde hissedebilmek…

Şimdi biraz durup düşünme vakti: Gün içinde kaç kez gerçekten hissettik? Kaç kez hissettiğimiz bir şeye anlam vermeye çalıştık? Yoksa sadece olup biteni geçip giden anlar olarak mı izledik? Unutmayalım, duygular bizim iç sesimizdir, anlam ise bu sesin yazdığı şiirdir. Ve şiirsiz bir hayat, sadece kelimelerden ibarettir.