Yaz aylarının canlılığı, kalabalığı ve koşuşturması yerini yavaş yavaş dinginliğe bırakıyor. Güneş hâlâ parlıyor belki, ama artık eskisi kadar ısıtmıyor. Ağaçlar, bir yıl boyunca taşıdıkları yaprakları büyük bir zarafetle toprağa bırakıyor. Sokaklar sessizleşiyor, rüzgârda savrulan yaprakların sesi duyuluyor yalnızca.
Sonbahar, doğanın kendine çekildiği bir mevsim. Ama sadece doğa değil; insan da bu mevsimde içine dönüyor. Kimi zaman pencere kenarında bir fincan kahveyle, kimi zaman yağmur damlalarının camda bıraktığı izlerle... Her şey biraz yavaşlıyor. Zihin, kalp, adımlar…
Modern hayatın temposunda çoğu zaman durmayı unutuyoruz. Hep bir yerlere yetişme, bir şeyleri tamamlama telaşındayız. Oysa sonbahar, bize hatırlatıyor: Durmak da bir ihtiyaç. Düşünmek, hissetmek, sorgulamak… Belki de her sonbahar, kendimize yönelmek için bir fırsat.
Elbette bu mevsimin bir yanı hüzünlü. Ama bu hüzün karamsar değil; aksine dingin, olgun bir hüzün. Hayatın geçiciliğini kabullenen, her şeyin bir zamanı olduğunu bilen bir hüzün. Yaz bitiyor, evet. Ama kış geliyor; ardından yeniden ilkbahar…
Doğa bize her yıl yeniden öğretiyor: Değişim kaçınılmazdır. Yapraklar dökülmeden yeni tomurcuklar filizlenmez. Tıpkı hayatlarımızda olduğu gibi.
Bu sonbahar, belki bir şeylerin sonu değil; yeni bir iç yolculuğun, yeni bir başlangıcın habercisidir. Rüzgârda savrulan yapraklar gibi, biz de bazen savrulmalıyız ki nerede kök salmak istediğimizi anlayabilelim.