İnsanlık tarihi boyunca toplumları şekillendiren en büyük dinamiklerden biri “bölme” oldu. Önce sınırlar çizildi. “Burası bizim” dendi, toprak mülkiyet kavramı doğdu. Oysa doğada hiçbir canlının tel örgülerle çevrili arazileri yoktu. İnsan, kendi türünü sınırların içine hapseden tek varlık haline geldi.

Sonra zaman bölündü. Önce günler belirlendi, sonra saatler. Güneşin doğup batması dışında bir ritme ihtiyacı olmayan insan, artık alarm sesleriyle uyanmak zorunda kaldı. Üretilen saatler, takvimler, planlar derken zaman insanın sahibi oldu. Herkes belirli saatler arasında çalışmak zorundaydı, yoksa yaşayamazdı. Bir kâğıt parçası, para için ömrünü tüketmeye başladı.

Bununla da kalmadı. Toplum daha küçük gruplara bölündü. Önce inanç farklılıkları yaratıldı. Dinler doğdu, insanlar “biz” ve “onlar” diye ayrıldı. Oysa tüm inançlar aynı gökyüzünün altındaydı. Ama bölünmek gerekiyordu, çünkü bölünen insanlar yönetilmesi kolay insanlardı.

Sonra ten rengimiz bile bir ayrım aracı oldu. Derimizin tonu, doğduğumuz coğrafya, konuştuklarımız, giydiklerimiz… Her şey bizi bir diğerinden farklı kılmak için kullanıldı. Oysa tüm farklılıklar bir zenginlikti ama öyle görülmedi. Ayrışma körüklendi, nefret beslendi.

Ve sonuç? Parçalanmış bir dünya. Küçük odalara sıkışmış hayatlar, birbirine yabancılaşmış insanlar, kendi zamanı üzerinde bile kontrolü olmayan bireyler…

Peki, tüm bunların farkına varmak yetiyor mu? Hayır. Asıl mesele, bu bölünmüşlükten kurtulup yeniden insan olduğumuzu hatırlamak. Çünkü bölündükçe güçsüzleşiyoruz. Ve belki de en büyük özgürlük, tüm bu bölünmeleri reddedip, gerçek anlamda "bir" olabilmekte yatıyor.