Bir toplumun en büyük zenginliği, sahip olduğu tarihsel ve kültürel mirastır. Bu miras, sadece taşınmaz yapılar, sanat eserleri ya da yazılı belgeler değil; dil, düşünce biçimi, sosyal ilişkiler, inançlar ve değerlerle dolu büyük bir birikimdir. Ancak, geçmişine sırtını dönmek ve tarihsel köklerinden kopmak, toplumların en büyük hatalarından biri olabilir. Özellikle binlerce yıllık bir geçmişe sahip olan toplumlar için, bu hatanın sonuçları daha da yıkıcı olabilir.

Bizim toplumumuz, tarih boyunca birçok medeniyetin beşiği olmuş, 3000 yılı aşan bir kültürel birikime sahiptir. Anadolu toprakları Hititler’ den, Lidyalılara; Persler’ den, Roma'ya ve Osmanlı'ya kadar sayısız medeniyeti barındırmış, bu medeniyetlerin kültürel zenginlikleri ile şekillenmiştir. Her biri, bugün varlığını sürdüren pek çok geleneğe, düşünce sistemine ve sanat anlayışına katkıda bulunmuştur.

Ancak, bu kadim geçmiş bir noktada unutulmuş, göz ardı edilmiştir. 1400 yıllık başka bir kültürel birikim benimsenmiş ve o zamana dek süregelen birçok değer, inanç ve yaşam tarzı terk edilmiştir. Elbette, her medeniyetin kendi içinde derin bir anlamı, toplumlar üzerinde büyük bir etkisi vardır. Ancak mesele, bir kültürün bir diğerinin yerine geçmesi değil; bir kültürün, binlerce yıllık tarihsel ve toplumsal mirası tamamen silip atmasıdır.

Bu tür bir kopuş, toplumun kimliğini bulanıklaştırır. Geçmişiyle bağı kopmuş bir toplum, neyi savunduğunu, nereden geldiğini ve nereye gitmek istediğini tam anlamıyla kavrayamaz. Bu durum, insanların köklerine yabancılaşmasına, tarihi mirasına karşı duyarsızlaşmasına neden olur. Oysa bir toplum, ne kadar köklü ve derin bir geçmişe sahipse, geleceği de o kadar sağlam olur.

Tarihini, kültürünü, değerlerini unutan bir toplum, aynı zamanda kimliğini de yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Geçmişini bilmeyen, ona sahip çıkmayan toplumlar, dışarıdan gelen etkilerle savrulmaya ve yönlerini kaybetmeye başlarlar. Kim olduğunu bilmeyen bir insan, nasıl kendi ayakları üzerinde sağlam duramazsa; geçmişine, köklerine sahip çıkmayan toplumlar da belirsizlikler içinde var olma mücadelesi verirler.

Bir toplumun en önemli sorumluluğu, geçmişine sahip çıkmak ve geleceğe bu geçmişten aldığı güçle yürümektir. Geçmişin bilgeliğini, deneyimini ve zenginliğini reddetmek, bugünkü varlığımızı da tehdit eder. 3000 yıllık kültürel birikimimiz, bugün hala içimizde yaşıyor ve bu birikim, bizi biz yapan en önemli değerlerden biridir. Bu nedenle, tarihimizden ve kültürel mirasımızdan kopmadan, mirasımızı kucaklayarak yolumuza devam etmeliyiz.

Binlerce yıllık tarihsel birikimimizi, sadece geçmişin bir parçası olarak değil, bugünkü kimliğimizin en önemli unsurlarından biri olarak görmeli ve onu korumalıyız. Eğer bunu başaramazsak, kimliğimizi ve toplumsal bütünlüğümüzü zayıflatır, içsel bir kopukluk ve belirsizlik içinde var olmaya çalışırız. Oysa bizim ihtiyacımız olan, güçlü bir tarih bilinci ve kültürel köklere sahip, geleceğe güvenle bakan bir toplum olmaktır.