Ağustos böceği ile karıncanın hikayesini hepiniz biliyorsunuzdur. Karınca yaz boyu çalışıp durur, ağustos böceği ise şarkı söyleyip, eğlenir. Kış gelince de karınca mutlu mesut yaşarken, ağustos böceği aç kalır. Hepimize karınca gibi çalışmamız, ağustos böceği gibi tembel olmamamız öğütlenmiştir. Fakat ağustos böceğinin hikayesi gerçekte böyle değildir.

Ağustos böcekleri yumurtalarını taze ağaç dalları içine bırakırlar. Burada larva halindeyken, 4 hafta boyunca ağacın öz suyunu emerek beslenirler. Sonrasında kuvvetli ön ayakları ve ağızları ile bir yarık açarak yere düşer ve toprağı kazarak ağacın köklerine ulaşırlar. 17 yıl boyunca toprağın altında yaşayan ağustos böcekleri, köklerin öz sularıyla beslenirler. Karanlıkta ve büyük bir çabayla geçen 17 yılın sonunda, olgunlaşıp yeryüzüne çıkarlar. Birkaç gün toprağın üstünde sabırla bekler ve üzerlerindeki sert kabukları çıkarıp atarlar. Sonrasında ise 17 yıllık sessizliklerini bozarak müziklerine başlar ve seslerini tüm dünyaya duyururlar. Fakat artık 4 haftalık ömürleri kalmıştır. 17 yıl toprağın altında geçen bir hayat sonrasında 4 hafta ömrü kalan ağustos böcekleri, bu zaman zarfında kendilerine bir eş bulmak zorundadırlar. Hepimizin duyduğu şarkıları tam da bu yüzdendir. Eylül ayına gelince hayatları sona erecek olan ağustos böcekleri, bilinenin aksine asla kış aylarını göremeyeceklerdir. 17 yıl boyunca verdikleri tüm emekler, sadece 4 hafta içindir. Ağustos böceklerinin tembelliği ve kışın yiyecek bulamayacakları yönündeki hikayeler tamamen uydurmadır. Yine de dünyanın her yerinde bu şekilde anlatılır.

Peki neden karıncalar övülürken, ağustos böcekleri yerilir? İşte yazımı oluşturan çıkış noktası da bu soru oldu. Karıncalar hepinizin bildiği üzere, aşırı çalışkan ve disiplinli canlılardır. Koloni halinde, belirli bir düzen ve katı kurallar içinde yaşarlar. Yani insan hayatına uyarlarsak, sistem için mükemmel canlılar olduklarını söyleyebiliriz. Görevleri dışında eğlenceye ayıracak vakitleri yoktur. Hal böyleyken neden karınca gibi olmamızın istendiğini de galiba anlamış oluyoruz.

Hayattan keyif almak için yapılan eylemler, çoğu zaman boş vakit aktivitesi olarak görülmüştür. Gezmek, sinemaya gitmek, sevdiklerimizle vakit geçirmek, müzik, resim yapmak veyahut başka bir sanat dalı ile uğraşmak, hatta kitap okumak... Hayatımız bizi neşelendiren ve olgunlaşıran şeyler arasında şekillenmesi gerekirken; çalışmak, işe gidip gelmek, para kazanmak ve bunları yaparken de aslında zenginleri daha zengin yapmak için çabalamakla geçiyor. Peki bu çabalama sonucu elde ettiklerimiz ile yapmak istediğimiz şeyler nedir? İlk saydığım şeyleri burada da tekrar sıralayabiliriz. Bu durumu kısa bir hikaye ile özetlersek daha açıklayıcı olacaktır. ABD'li zengin bir iş insanı Meksika'ya seyahate gider. Manzarayı seyrederken küçük bir balıkçı teknesi ve içinde de Meksika'lı bir balıkçı görür. Teknenin içinde balıkçının tuttuğu birkaç iri balık vardır. İş insanı balıkçının tuttuğu balıklar için övgü dolu sözler söylerken, onları ne kadar sürede tuttuğunu sorar. Balıkçı, "Çok az bir süre." diye cevap verir. İş insanı, "Neden denizde daha uzun süre kalmıyor ve daha fazla balık yakalamıyorsun." diye sorar. "Çünkü aileme bakmam için bu kadarı yeterli ve mutluyum." der balıkçı. "Peki, geri kalan zamanında ne yapıyorsun?" diye sorar iş insanı. Balıkçı “Sabahları geç vakitte kalkıyorum. Sonra biraz balık tutuyor, çocuklarımla oynuyor ve karım Maria’yla siesta yapıyorum. Her akşam köye gidiyor, şarabımı yudumluyor ve amigolarla gitar çalıyorum. Çok dolu ve meşgul bir hayatım var, senyor” diye cevap verir. İş insanı, “Ben Harvard mezunuyum ve size yardımcı olabilirim. Balık için denizde daha fazla zaman harcamalı ve elde ettiğiniz gelirlerle daha büyük bir tekne satın almalısınız. Böylece daha fazla balık yakalayabilir ve birkaç tekne daha satın alabilirsiniz. Sonunda bir balıkçı tekne filosuna sahip olursunuz. Avladığınız balıkları aracıya satmak yerine, doğrudan son müşteriye satar, sonunda da kendi işlenmiş gıda ürün tesisinizi açarsınız. Ürünü kontrol eder, işler ve dağıtırsınız. Daha da büyümek için bu küçük balıkçı köyünü terk edip Mexico City’ye taşınmalısınız. Böylece Mexico City’den Los Angeles ve sonrasında New York’a kadar genişleyen girişiminizi yönetebilirsiniz.” diye anlatır. Meksikalı balıkçı, “Ama bayım, bu dedikleriniz ne kadar sürecek?” “15-20 yıl.” “Sonra ne olacak, bayım?” Amerikalı iş insanı güler ve şöyle der: “Doğru zaman geldiğinde şirketinizi halka açacak ve hisselerinizi satarak çok zengin olacaksınız. Milyonlarca dolar geliriniz olacak.” "Peki ya sonra ne olacak?” der balıkçı. Amerikalı, “O zaman emekli olabilir ve geç saatlere kadar uyuyabileceğiniz bir balıkçı köyüne yerleşir, gün içinde biraz balık tutar, torunlarınızla oynayabilir, karınızla siesta yapabilir, her akşam şarabınızı yudumlayabilir ve gitar çalıp eğlenebilirsiniz." Balıkçı şaşırır, “Peki ama senyor, ben zaten şu anda bunları yapıyorum!” der.

Hayatımız çalışmakla geçiyor. Ömrümüzün son demlerine kadar çalıştığımız ve sağlığımız kalırsa üç kuruş parayla emeklilik hayatı yasayacağımız bir sistemin içerisindeyiz. Her yıl üniversitelerimizden bu sisteme dahil edilmek üzere milyonlar mezun ediyoruz. Çoğu iş bulamadığı gibi, çoğu da haklarını alamayacakları işlerde çalışıyor/çalışacak. Bu sebeple, karıncalar gibi birbirlerinin üzerine basarak ilerliyorlar. Durup dinlenmeye ya da hayatın keyfini çıkarmaya vakitleri yok. Yarış atı gibi yetiştirildikleri için; aynı şekilde çalışmak, hareket etmek ve günü geldiğinde de üremek için didişiyorlar. Ne yazık ki bu durumun sorumluları da sonuçlarına katlanacak olanları da bizleriz. Eğitim sistemimiz baştan dibe çürümüş vaziyette olduğu için, üniversiteler yerine gönüllü köleler yetiştiren kurumlarımız var artık. Hatta buralardan yetişenler, birbirleriyle kavga bile ediyorlar bu statü için. Kesinlikle onları suçlamıyorum, yanlış anlaşılmasın. Maalesef bu şartlarda başka seçenekleri yok. Her şey baştan dibe değişmeden de olacak gibi görünmüyor.

Üniversitelerimiz üzerine bazı sayısal veriler paylaşmak istiyorum. Bir zamanlar dünyada 85. sırada olan ODTÜ, 2021 yılında 801. sıraya geriledi. Boğaziçi Üniversitesi 139. sıradan 601. sıraya, İTÜ ise 165'ten 801. sıraya geriledi. Bunlar ülkemizin en güzide üniversiteleri. Artık diğerlerinin halini siz düşünün. Bu durum başka konularla bir tutulacak bir hadise değil ne yazık ki. Mesela ekonomimizin durumu da rezalet, fakat aklı başında insanlarla birkaç yıl içinde rayına sokulabilir yine de. Anayasa değiştirilebilir örneğin, hukuk sistemi düzeltilebilir, hatta tekrar parlamenter sisteme de geçilebilir. Bunların hepsi yapılabilir, fakat eğitim için aynı şeyi söyleyemeyiz. Üniversite mezunu kişilere, "Senin eğitimin çok kötüydü hadi gel baştan eğitelim seni." diyemeyiz. Nesilleri kaybettik/kaybediyoruz. Eğitim; ekonomi gibi, siyasal sistem gibi, hukuk gibi değildir. Eğitim sistemimiz ölümcül bir noktada ve bunun etkilerini de uzun yıllar boyunca yaşayacağız. Tam şu anda kusursuz bir sisteme geçsek bile (ki ufukta böyle bir şey görünmüyor), en az yirmi yıl sonra bunun meyvelerini toplayabiliriz. Fakat gerçekte olana bakacak olursak, birçok nesli şimdiden kaybettik ve daha fazlasını da kaybedecek gibiyiz. Sonuç olarak da sorgulamayan bizler, sistemin aparatları gençler ve onların çocukları ile geleceğimizi de kaybetmiş oluyoruz. En basitinden anlatmak gerekirse; bize hep karınca gibi olmayı, çalışıp didinip kışın rahat etmek için var gücümüzü ortaya koymamız gerektiğini öğrettiler. Fakat biz karınca değildik, sadece karınca olmaya zorlandık. Biz ağustos böceğiydik ve göreceğimiz bir kış da yoktu. Çalışmayalım, tembellik yapalım demiyorum elbet. Fakat şarkı söylemeliyiz diyorum, henüz yaz bitmeden.