Her kuşak kendi ruhsal yaralarını, zamanın ruhuna göre taşır. Bugün danışan koltuğuna oturan gençlerin çoğu, Z kuşağına ait. 1997 sonrası doğan bu gençler; dijital çağın yerlileri, bilgiye en hızlı ulaşanlar, çok yönlü düşünebilenler. Fakat aynı zamanda kaygı bozuklukları, tükenmişlik, gelecek kaygısı ve varoluşsal sorgulamalarla en çok boğuşan nesillerden biri.
Klinik gözlemimle söyleyebilirim ki; Z kuşağı kişileri "kaygılı bir nesil" olarak anılmayı hak ediyor. Ancak bu anksiyete sıradan bir sınav stresi ya da geçici bir huzursuzluktan ibaret değil. Daha derin, daha köklü ve daha karmaşık bir meseleyle karşı karşıyayız.
Geleceğe Dair Belirsizlik ve Umutsuzluk
Bu kuşakta sıkça gözlemlediğim ilk duygu: "Ne yaparsam yapayım yetmiyor." İyi bir üniversite kazansa da, iki yabancı dili olsa da, hatta yurt dışı deneyimi olsa bile içini kemiren bir yetersizlik hissi hâkim.
Çünkü içinde büyüdükleri dünya, daha doğdukları anda krizlerle örülmüştü. Ekonomik belirsizlik, pandemi, iklim krizi, savaş haberleri ve devamlı değişen gündem… Bunların her biri, Z kuşağının zihninde geleceğe dair derin bir güvensizlik hissi oluşturdu. “Gelecek planı yapamıyorum çünkü bir yıl sonrasını bile göremiyorum” cümlesi, artık yalnızca terapi odalarında değil, kafelerde, okul koridorlarında, sosyal medyada sıkça duyduğumuz bir cümle haline geldi.
Sosyal Medyanın Çift Yüzü
Z kuşağının bir başka temel özelliği, dijital kimliğin gerçek kimlikle iç içe geçmiş olması. Sosyal medya, bir yandan bu gençlerin kendilerini ifade etmelerine, topluluklar oluşturmalarına, yalnızlıkla başa çıkmalarına olanak sağlıyor. Fakat öte yandan bu platformlar, sürekli karşılaştırmalara, değersizlik hissine ve anksiyeteye de zemin hazırlıyor.
“Başkaları benden daha başarılı, daha güzel, daha üretken…” Bu düşünce kalıbı, Z kuşağının zihninde neredeyse otomatik hale gelmiş durumda. Filtreli yaşamlar, başarı hikayeleri, sürekli üretme baskısı gençlerin içsel kaynaklarını hızla tüketiyor. Bazen danışanım sessizce soruyor: “Ben neden yetemiyorum?” Aslında mesele yetmek değil; sürekli "yetmek zorunda olmak."
Aile Dinamikleri ve Anlaşılmama Hissi
Z kuşağı çoğu zaman, önceki nesiller tarafından “duyarsız”, “sorumsuz” ya da “çok hassas” olarak etiketleniyor. Bu bakış, iki kuşak arasında görünmez bir duvar örüyor. Oysa Z kuşağı gençlerinin ihtiyaç duyduğu şey, eleştirilmek değil, anlaşılmak.
Terapide sıkça karşılaştığım bir duygu: yalnızlık. Fiziksel anlamda değil; duygusal bir yalnızlık bu. “Kimse beni gerçekten anlamıyor”, “Anlatsam bile boşuna” düşünceleri, duyguların bastırılmasına, ifade edilememesine ve içe yönelmiş anksiyetik semptomlara yol açıyor.
Ne Yapmalı?
Bir psikolog olarak şuna inanıyorum: Z kuşağının kaygısını anlamadan, toplumsal bir iyileşmeden söz etmek mümkün değil. Bu gençler yalnızca kaygılı değil; aynı zamanda farkındalık düzeyi çok yüksek, duygusal zekâları gelişmiş, adalete duyarlı ve değişim isteği taşıyan bireyler.
Peki ne yapabiliriz?
* Dinlemek: Onlara akıl vermeden, düzeltmeden, küçümsemeden yalnızca dinlemek… Bu bile bazen terapi kadar etkili olabilir.
* Etiketlemekten Kaçınmak: "Çok alıngansın", "Hemen pes ediyorsun", "Biz senin yaşında neler yaşıyorduk" cümleleri köprü değil duvar örer.
* Psikolojik Dayanıklılığı Güçlendirmek: Duygularını ifade etmeleri için güvenli alanlar yaratmak, terapiyi bir gereksinim olarak görmelerini sağlamak.
* Birlikte Öğrenmek: Belki de ilk kez, bir kuşak bize birçok konuda rehberlik edebilir. Onlardan öğrenmeye açık olmak, ilişkiyi dönüştürebilir.
Son Söz: Kaygılarını Hafife Almayın
Z kuşağının anksiyetesi, temelsiz bir şımarıklık değil. Aksine, çağın getirdiği derin değişimlerin ruhsal bir yansıması. Onları suçlamak yerine anlamaya çalışmak, hem kişisel iyileşme hem de toplumsal barış için bir adımdır.
Kaygılarını küçümsemeyin. Çünkü her kaygının içinde, duyulmak isteyen bir ses vardır. Ve bazen bir toplumun en sağlıklı yanı, en kaygılı kişilerinde gizlidir.