Her dönemin kendi ruhu vardır. İnsanın kendine, diğerlerine ve dünyaya bakışını şekillendiren bir çağın aynası… Günümüzde ise bu aynaya her baktığımızda daha fazla “ben” görmekteyiz. Görünürlük, onaylanma, öne çıkma arzusu; bir zamanlar özel anlarımızı paylaşmak için kullandığımız platformlarda artık bir yarışa, bir vitrine dönüşmüş durumda. Narsisizm kelimesi, hiç olmadığı kadar gündelik yaşamın içinde, bazen teşhis konmadan bile yaşanan bir çağın ruhunu yansıtan bir kavram haline geldi. Fakat narsisizm sadece kendini beğenmek, devamlı fotoğraf paylaşmak ya da dikkat çekmek istemek midir? Aslında çok daha fazlası…

Narsisizm, psikolojide insanın kendine duyduğu hayranlık, öz değerini abartma, başkalarının onayına aşırı ihtiyaç duyma gibi özelliklerle tanımlanır. Fakat bu özelliklerin altında çoğu zaman kırılgan bir benlik yatar. Dışarıdan güçlü, özgüvenli, hatta kibirli görünen kişi, iç dünyasında devamlı olarak değersizlik duygusuyla baş etmeye çalışıyor olabilir. Bu da narsisizmi yalnızca bir kişilik özelliği değil, bir savunma mekanizması haline getirir.

Bugünün toplumu bu savunmayı adeta teşvik ediyor. Başarı kültürü, kendilik vurgusu, “en iyi versiyonun ol” söylemleri, kişilere içsel dünyalarına dönmek yerine dış dünyada kendilerini yeniden ve yeniden inşa etmelerini öneriyor. Sosyal medya bu durumu daha da pekiştiriyor. Takipçi sayıları, beğeniler, filtrelenmiş gerçeklikler… Tüm bu göstergeler, kişinin kendi değerini dışsal ölçütlerle tanımlamasına neden oluyor. Ne kadar beğeni aldım? Ne kadar dikkat çektim? Ne kadar görünürüm?

Oysa kişinin sağlıklı benliği, yalnızca alkışla değil, sessizlikle de büyür. Görünmeden de değerli olduğunu hissetmesi gerekir. Bugünün narsisistik kültürü, bunu unutturuyor. Herkesin bir performans sergilediği, her anının izlenebileceği bir ortamda “sadece olmak” yeterli gelmiyor.
Narsisizmin bu denli yaygınlaşması, ilişkilerimizi de derinden etkiliyor. Dinlemek yerine anlatmak, empati yerine yargı, bağ kurmak yerine imaj oluşturmak yaygın hale geliyor. Kırılganlık, zayıflık gibi algılanıyor; oysa gerçek bağ, ancak samimiyet ve kırılganlıkla kurulabilir. Narsisistik bireyler sıklıkla derin ilişki kurmakta zorlanırlar çünkü içlerindeki gerçek benliği göstermekten korkarlar. Ve belki de bu yüzden, narsisizmin olduğu yerde yalnızlık hep bir adım ötede bekler.
Bu yalnızlık yalnız kişilerin değil, toplumun da yalnızlığıdır. Gerçek bağlantıların azaldığı, insanın kendine yabancılaştığı bir çağdayız. Kişi, devamlı kendini sunmaya çalışırken, kendinden uzaklaşabilir.
Peki çare nedir?

Çözüm, belki de yeniden içimize dönmekte. Gerçek öz değer duygusunu dışarıdan değil, içeriden inşa etmekte. Beğenilmek için değil, anlaşılmak için konuşmakta. Görünmek için değil, gerçekten bağ kurmak için yaşamayı seçmekte. Ve belki de en önemlisi, çocuklarımızı “en iyi” olmaya değil, “kendisi” olmaya teşvik etmekte…

Narsisizmi sadece kişisel bir sorun olarak değil, toplumsal bir çağrı olarak görmeliyiz. Bu çağrı, kendimizi daha derinden tanımaya, başkalarıyla gerçek bağlar kurmaya ve bu hızlı, gösterişli dünyanın içinde biraz daha yavaşlayarak yaşamaya davet ediyor bizi.
Unutmayalım: Kendimize bakarken gördüğümüz yalnızca bir yüz değil, bir hikayedir. O hikaye ne kadar sahici olursa, o kadar iyileştirici olur.