Türkiye siyasi tarihinde bazı dönemeçler, yalnızca yaşanan olaylarla değil, o olaylara verilen tepkilerle de hatırlanır. 2017 referandumu, bu yönüyle hem sandığın kutsallığını hem de muhalefetin tarihsel sorumluluğunu sorgulatan bir dönüm noktasıdır. Olağanüstü Hal koşullarında, anayasa değişikliği gibi köklü bir karara mühürsüz oylarla yön verilmesi, sadece hukuki değil, aynı zamanda vicdani bir meşruiyet krizini de beraberinde getirmiştir. Bu kriz, yalnızca iktidarın uygulamalarıyla değil, aynı zamanda muhalefetin suskunluğu ya da etkisizliğiyle derinleşmiştir.

Tarih kitapları elbette sadece olanı değil, nasıl olduğuna dair vicdanî bir muhasebe de yapar. "Bu ülkenin rejimi, OHAL koşullarında mühürsüz oylarla değiştirildi, muhalefet seyretti!" cümlesi, yalnızca bir tespitten ibaret değil; aynı zamanda bir toplumsal hafıza kaydıdır. Demokrasi, sadece sandıkla değil, eşit koşullarda, şeffaf ve adil bir yarışla mümkündür. OHAL altında yapılan bir referandumda mühürsüz oyların kabul edilmesi, hem hukuki hem ahlaki tartışmaları beraberinde getirirken, muhalefetin pasifliği ya da tepkisizliği bu sürecin en az iktidar kadar sorumluluğunu da paylaşmasına yol açar.

Bugün geriye dönüp baktığımızda, asıl sorgulanması gereken şey, yalnızca alınan sonuç değil; halk iradesinin gerçekten ne kadar özgür olduğunu, hangi şartlarda şekillendiğini sorgulamak zorundayız. Mühürsüz oyların gölgesinde şekillenen bir anayasa değişikliği, demokrasi tarihine kara bir leke olarak düşmüştür. Ve bu leke, sadece dönemin iktidarını değil, aynı zamanda suskun kalan ya da yeterince direnç göstermeyen muhalefeti de kapsar. Çünkü tarih sadece iktidarı değil, suskun kalanları da yazar. Ve bazen suskunluk, onaylamaktan farksızdır.

Daha da önemlisi, bu suskunluk sadece bir anın değil, bir dönemin karakterini yansıtır. Demokratik reflekslerin zayıfladığı, toplumsal muhalefetin sindirildiği ve siyasal temsiliyetin daraldığı bir ortamda atılan her adım, yalnızca bugünü değil, geleceği de şekillendirir. Mühürsüz oyların kabulü, kısa vadeli siyasal dengelerin ötesinde, halkın ortak vicdanında onarılması güç bir yaraya dönüşmüştür. Hukukun rafa kaldırıldığı yerde siyasetin de anlamı silikleşir; çünkü meşruiyetin kaynağı, yalnızca sonuç değil, o sonuca götüren yolun temizliğidir.

Bu bağlamda, 2017 referandumu sadece bir anayasa değişikliği değil, aynı zamanda bir siyasal eşik, bir sınav niteliği taşımaktadır. Bu sınavdan sadece siyasi aktörler değil, sivil toplumdan medyaya kadar tüm demokratik bileşenler sınıfta kalmıştır. Bu sınıfta kalış, sadece o döneme ait bir kusur değil; aynı zamanda demokrasiyi koruma iradesinin ne kadar kırılgan olduğunu da göstermiştir. Güçlü bir demokrasi, sadece özgür bireylerle değil, güçlü bir toplumsal hafıza ve itiraz kültürüyle inşa edilir.

Oysa o dönemde, itirazların sesi zayıf, sorumlulukların yükü paylaşılmamıştı. Bugün bu sessizlik hâlâ yankılanıyorsa, sebebi geçmişin henüz gerçekten yüzleşilmemiş olmasıdır. Demokrasi sadece sandığın kurulduğu gün değil, sandığın hangi koşullarda kurulduğu ve oyların hangi ilke ve değerlerle sayıldığı gün de yaşar ya da ölür. O gün yaşananlar, bize yalnızca bir rejim değişikliğinin teknik boyutunu değil, toplumsal belleğimizdeki adalet duygusunun nasıl yara aldığını da gösterir.

Ve bu yüzden, mühürsüz oylarla şekillenen bir rejimi anlamak, sadece bir anayasal analizi değil; aynı zamanda suskunlukla şekillenen bir toplumun ruh hâlini çözümlemek anlamına gelir. Bu çözümleme yapılmadıkça, ne geçmişle sahici bir yüzleşme mümkündür ne de gelecekte benzer kırılmaların önüne geçilebilir. Çünkü demokrasi, yalnızca oy vermekle değil, o oylamanın adaletine ve meşruiyetine hep birlikte sahip çıkmakla mümkündür.

Sessizliğin Bedeli ve Geleceğe Not

2017 referandumu, Türkiye demokrasisinin hafızasında silinmeyecek izler bırakmıştır. Mühürsüz oyların kabulüyle meşruiyet çizgisi muğlaklaştırılmış, olağanüstü koşullar altında yapılan bir halk oylamasıyla rejim değişikliği dayatılmıştır. Bu süreçte yaşananlar, sadece bir anayasa maddesinin değişimi değil; yurttaşın sisteme, hukuka ve temsil mekanizmalarına duyduğu güvenin aşınması anlamına gelmiştir. Bu güvensizlik, toplumun siyasal katılımını zayıflatmış, muhalefetin suskunluğu ise demokratik denetim işlevinin ne denli hayati olduğunu bir kez daha gözler önüne sermiştir.

Tarih, yalnızca kararları ve sonuçları değil; o kararlar alınırken kimlerin konuştuğunu, kimlerin sustuğunu da not eder. Bugün yaşanan birçok siyasal ve toplumsal tıkanmanın kökeninde, geçmişte yeterince sorgulanmamış, yüzleşilmemiş kırılma anları vardır. 2017 referandumu da bunlardan biridir. Bu yüzden o günün sessizliğini hatırlamak, sadece geçmişin değil, bugünün ve geleceğin sorumluluğudur.

Gerçek bir demokrasi, sadece seçim günü değil, her gün inşa edilir. Bu inşa süreci; adalet, şeffaflık, eşitlik ve hesap verebilirlikle anlam kazanır. Geçmişin hatalarını unutmamak, yalnızca bir hafıza meselesi değil; aynı zamanda bir direnç, bir yeniden kurma iradesidir. Çünkü demokrasi, ancak onu her koşulda savunmaya istekli yurttaşlarla yaşayabilir. Ve sessizlik, yalnızca suç ortaklığı değil, geleceğin çalınmasına rıza göstermektir.

Bu nedenle şimdi, geçmişin gölgesinden çıkmak ve onu yüzleşmenin ışığında yeniden anlamlandırmak zamanıdır. Çünkü her sustuğumuzda, bir daha konuşamayacağımız bir geleceğe daha yaklaşırız.